– KAFKAS HALKLARININ KARDEŞLİĞİNİN ÖYKÜSÜ –
Sular kirlenmeden önceydi… Kendilerine tanrının ihsan ettiği topraklarda yüce dağlar, kayalık yamaçlar ve derin vadilerde Nart çocuklarının yaşadığı huzurlu günlerdi. Eline erkek eli değmemiş genç kızlar kadar bakirdi Kafkasya ve henüz ne sürgünü, ne acı yenilgileri tatmamıştı insanlar. Berraktı sular ve gökyüzü dağ gölleri kadar parlaktı.
Binlerce kuş cıvıltısının birbirine karıştığı ormanlık Terek nehri kıyılarının bir köşesinde adı Kuban ırmağının kuzeyindeki çekik gözlü Nogaylar, karlı Kaf Dağı zincirinin güneyindeki Gürcüler tarafından bile bilinen bir Kabardey beyi yaşardı. Diz boyu otlaklarda uçuşup duran yılkı yılkı atlar onundu, onlarca çoban dolaştırırdı koyun sürülerini dağdan dağa. Demir miğferli, gümüş kamalı askerler vardı kapısında ve koca kazanlar içinde mısır unu ve et kaynatan ihtiyar kadınlar. Namlı Margus Bey derlerdi ona. Köyüne de Büyük Margusey. En sağlam kılıçlar, en can alıcı kamalar bu köyde işlenirdi. Mısır sultanları o kılıçları kuşanırdı, Osmanlı akıncıları Frenk diyarlarında o kamalarla vuruşurlardı. Çerkesya’nın en güzel kumaşları da Margusey’de dokunur, Çeçenya’nın, Abhazya’nın kızlarına elbise olurdu. Zengin, ünlü ve mutluydu Margus Bey. Terek nehrine yüksekten bakan yalçın bir kayalığın üzerine kurulu köyünde yaşardı. Önü ova, ardı dağ, sağı solu ormandı Margusey’in. Koltuk altları damgalı köleler çalışırdı uçsuz bucaksız tarlalarında, kadınlar tezgahlarda kumaş dokur, demirci ustaları eriyik demir cevherini kalıplara dökerdi…
Tanrının hiçbir nimeti eksik etmediği Margus Bey ve eşi Hafote’nin bir oğlu vardı yalnızca. Uzun yıllardır evlerinden eksik olan çocuk neşesini Kasbolet’te bulmuşlardı. Saçları altın sarısı, teni pespembe, kocaman gri gözleri ışıltılar saçan sevimli bir bebekti o. Kucaktan kucağa dolaşarak büyüdü, üç yaşına vardı. Kem gözlerden koruması için muskalar takmışlardı boynuna. Margusey’in sahip olduğu en değerli varlıktı Kasbolet.
. . .
Yarının ne getireceğini bilmemekten büyük nimet mi var? Bu yüzden biraz ümit, biraz korkuyla yaşar insanoğlu. Yaşanılan gün için Tanrıya minnet duymayı öğrendi onlar babalarından. Kadere rıza gösterdiler ve gururu elden bırakmadılar.
Bir bahar sabahı yanına birkaç savaşçıyı alıp dağlara doğru yola koyuldu Margus Bey. Dileği av yapmak, dal dal çiçek çiçek baharı koklamaktı.
Sağrısı kızgın demirle damgalanmış cins atların sırtındaki çift çıkmalı eğere yerleşip dağ dağ, tepe tepe geyik kovaladılar. Heybelerini kekliklerle, çulluklarla, yaban ördekleriyle doldurdular. Dağ keçisi vurdular, ceylan yaraladılar, ayı postu yüzdüler. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadı Margus Bey’le yanındaki delikanlılar. Güneş dağların arasından utangaç utangaç süzülürken avlarını sırtlarına vurup köylerine doğru mahmuzladılar kısraklarını.
Kahraman atalarından bahseden savaş şarkılarını hep bir ağızdan söyleyerek ırmağı geçmeye koyulurken ormanın içinden bir kuş sürüsünün gürültüyle kalktığını gördüler. Merak etti Margus Bey. Nedir kuş sürülerini ürküten? Fazlaca düşünmeden sırım dizginleri çevirdiler. Temkinli adımlarla, elleri kamalarının kabzasında girdiler ormana. Yüzlerini, gözlerini çizen çalıları aralayıp bakındılar etrafa. Karalara bürünmüş, saçı sakalı birbirine karışmış üç haydut vardı ağaçların arasında. Buralardan olmayan, uzak diyarlardan kalkıp yurtlarına giren, köyleri basıp çocukları kaçıran, ana babaların yüreğini yaralayan esir tüccarlarıydı bunlar. Birisinin atının terkisinde yedi yaşlarında bir çocuk vardı ve böyle gizli saklı orman içinden geçtiklerine göre yanlarındaki çocuk kaçırılmış olmalıydı. Öfkeyle gerildi Margus Bey. Dağların hür çocuklarını yuvalarından koparıp kim bilir nerelere, kimlere satacaklardı bu haydutlar, işaret etti savaşçılarına. Çifte su verilmiş ince çelikten uzun kılıçlarını sessizce sıyırdılar. Göz açıp kapayıncaya dek bulutlardan yere inen şimşekler misali hışımla indiler haydutların başına. Korkuyla kasıldı kaçakların yüzleri. Davranmaya fırsat bulamadan yere yığıldılar. Birkaç saniye içinde soğuk çeliklerle kestiler onları hayata bağlayan can damarını. Korkuyla etrafa bakınan küçük çocuğa elini uzattı Margus Bey. Kolundan tutup çekti atının üzerine. Karanlıkla birlikte çökmeye başlayan dağ ayazının içinden çıkarıp sıcak yamçısının içine aldı yavrucağı. İnsan taciri günahkarların cesetlerini alıcı kuşlara , börtü böceğe bırakıp başı boş kalan atları yedeğe bağladılar.
Gece karanlığı ve sis ulu ağaçların üzerini örtmüş, derin bir sessizlik kaplamıştı ortalığı. Şaşkınlığı üzerinden atan çocuk ağlamaya başladı. Yol yol aklar düşmüş sakalını kaşıyarak çocuğa nereden olduğunu sordu Margus Bey. Küçük çocuk, kendisini kurtaran adamın sorusunu dağlı Karaçaylar’ın diliyle yanıtladı. “Ullubaş Cigit’in oğluyum.” Margus Bey kuşaklar boyu bir vadinin hakimiyeti için vuruştukları Karaçay beyinin adını duyunca ürperdi. Baş başa verip konuştu savaşçılarıyla. Düşmanının oğluydu kurtardığı bu çocuk. Kara talihi onu üç haydudun elinden kurtarıp babasının düşmanlarının kucağına bırakmıştı. “ Onu burada bırakıp gidelim,” dedi gençlerden biri. Ullubaş, çocuğunu kaçıranın Margus Bey olduğunu düşünüp öç almak isteyebilirdi. “Büyüyüp bize kılıç çekmeden öldürelim,” dedi diğeri. Çok değil on yıl sonra karşılarına bir düşman olarak çıkıp can alacaktı çünkü. “Yanımıza alıp Margusey’e götürelim. Yılkı yılkı kızıl kısrak, yığın yığın keçe kumaş, külçe külçe gümüş isteyelim babasından,” dedi öbürü.
Günahsız çocuğu güçlü kollarının arasında sarmalayıp güldü Margus Bey. Oğlu geldi aklına. Her hareketi yüreğini serinleten sevgili yavrusunu hatırladı. Onun başına bu tür bir iş gelseydi eşi Hafote yıkılırdı. Kendisi için de yaşamın tadı kalmazdı. Bu çocuğun anası da kara örtülere bürünmüş, bir köşede ağlıyor olmalıydı. Düşmanının oğlu da olsa çocuktu o. Canına kıymak zalimlik olurdu. Hem dağlının örfünde çocuk kanı dökülmez, kadına silah çekilmezdi. Baba yüreğiyle baktı kucağındaki çocuğa, sonra gençlerin söylediklerini dinlemeden ani bir kararla atının başını Kuşha Karaçaylar’ın diyarı olan dağlara çevirdi. “ Gelin benimle,” dedi. “Bir ananın yaslı yüreğinin hatırına onu köyüne götürelim.” Yanındaki delikanlılar ikiletmedi beylerinin emrini. Yorgun atlarının köpüklü ağızlarını yırtarcasına gerdiler dizginleri.
Vakit gece yarısını geçtiği halde Karaçay Beyi Ullubaş Cigit’in ocağındaki ateş sönmemişti. Köyün bütün gençleri orman içine dalmış, çalı çalı, köşe bucak arıyorlardı beylerinin oğlunu. Gün boyu bir haber çıkmamış, herkesin yüreği buz kesmişti adeta. Dört duvarın arasında bekleşen kadınların yüzünü yanan kütüklerin ışığı belli belirsiz aydınlatıyordu. Kanlı yaşlar dökülüyordu genç annenin gözlerinden. Oğlunu anarak iç geçiriyordu. Gün boyu ağlayıp yüzünü yırtmıştı. Şimdi halsiz bir şekilde oğluna ağıtlar yakıyordu.
Uçup ketken kögürçüne sorayma,
Sabim tapsan alıp keltir bulayga
Canımdan süygen balam,
Üyümge cetken balam.
Kaydasan, kaydan tapsam
Cürekme kuvanç salgan balam.
Cazudan alay tileyme,
Seni bulayga keltirse.
Can balam, candan iye bolgan balam…(1)
. . .
Geçen zamanla birlikte ümitleri kırılıyordu herkesin. Yazık ki yıllardır bu köle tüccarları yüzünden çok ana ağlamıştı Kafkasya’da. Savaş esirlerinin yanında özgür kişilerin çocuklarını da kaçırıp götürüyorlardı. Çok azı seneler sonra dönüp gelebiliyordu yurduna.
Yasın ve karanlığın içinde bekleşen ev halkı dışardan gelen at seslerini duyunca dikkat kesildi. Koca ağaç kapıyı aralayıp dışarı çıktı Ullubaş’ın gençleri. Kara yamçıya bürünmüş, keçe başlıklarla yüzlerini örtmüş yabancılar korkusuzca yaklaştıklarına göre misafir olmalıydılar. Birkaç genç onları karşılamak üzere ileri çıktı. Dolunay’ın ışığında gelenlerin nicedir savaştıkları Margus Bey ve adamları olduğunu görünce şaşırdılar. Ama dağların örfüne uyup misafire karşı düşmanlıklarını unutup üzüntülerini belli etmeden yaklaşıp buyur ettiler. Gelenlerden birisi attan inmeden yamçısını aralayıp çocuğu gösterdi onlara. Bildiği kadar Karaçayca ile onu nasıl bulduklarını anlattı. Ortalığı sevinç sesleri aldı. Koşup ağlayan anaya haber verdiler. Ana oğul sarmaş dolaş oldu. Bu büyük hediyeyi kendilerine getiren eski düşmanlarını içeri aldılar. Bütün köy Ullubaş’ın evinde toplanıp toy kurdu, ateşler yakıldı, koyunlar kesildi. Yaşlı Karaçay ozanlar kopuz çalıp cır söyledi. Kabardey havaları eşliğinde oyunlar oynandı. Çeşitli yiyeceklerle donatılmış geniş bir sofranın baş köşesine oturtuldu Margus Bey. Yenildi, içildi, sohbetler edildi. Sabah sırtları hediyelerle dolu atları yedeklerine verip uğurladılar Margus Bey’i. Ullubaş Cigit, eski düşmanını köyünün sınırına kadar uğurladı ve gerçek bir kardeş gibi içten sarılıp vedalaştı onlarla.
. . .
Uzunca bir huzur dönemi yaşandı dağlarda. Baharları yazlar, yazları kışlar izledi. Gün döndü, ay eksildi, yirmi koca yıl geçti aradan. Margus Bey’in oğlu Kasbolet de, Ullubaş’ın oğlu Küntoğgan da yerinde duramayan, kabına sığmaz iki delikanlı oldu. Ana babaları gururla izliyordu evlatlarının delişmenliğini. Biri Terek vadisindeki köyünde, diğeri ulu dağların yamaçlarında adından söz ettiriyordu. At koşturarak, atış talimi yaparak, avlanarak geçiyordu günleri. Dağların şenliğe durduğu düğün günlerinde yayından fırlamış ok gibi hızlı dansediyor, karlı dağ doruklarından ovaya inen kartallar gibi süzülüyorlardı. Birine Margus Kasbolet, diğerine Ullubaşlanı Küntoğgan diyorlardı.
Sonra kader bu mutluluğa yeter demiş olacak ki Margus Bey’in sevgili oğlu yatağa düştü. Günden güne azaldı neşesi, rengi sararıp soldu. Yemekten içmekten kesildi. Ulu çınarlar gibi göz dolduran sağlam delikanlı kolunu kaldıramaz hale geldi, ölüm bekleyen yaşlı misali yatağa düştü. Türlü ilaçlar denendi iyileşmesi için. Dağlardan şifalı otlar toplandı, oğul balı ile karıştırıldı, tütsüler yakıldı, dualar edildi ama hiç biri çare olmadı Kasbolet’in derdine. Çerkesya’nın her yerine haber salındı. Namlı hekimler kalkıp geldi Margusey’e. Hiç biri genç bey oğlunun hastalığını anlayamadı. Margus Bey ve eşi Hafote çaresiz bir bekleyiş içinde günden güne eriyip solan oğullarını izlemeye koyuldu. Ortalığı cehenneme çeviren bir sessizlik kapladı Margusey’i. Bacalardan duman tütmez oldu, evlerden şen şakrak genç sesleri duyulmaz oldu.
Günün birinde beli iki kat olmuş yaşlı bir Wudu’yu (2) alıp getirdiler Margusey’e. Çok uzun yaşamış, çok şey görmüş, nice hastayı iyileştirmiş bir kadındı bu. Eğer Kasbolet’e kötü bir cin musallat olmuşsa onu kovabileceğini söylediler. En azından genci yatağa düşüren illetin nedenini bulabilirdi belki.
. . .
Yaşlı Wudu’yu Kasbolet’in yattığı odaya soktular. Uzun boyuna, parlak gözlerine ve bahar dalı kadar taze yaşına yakışmayan bir bitkinlikle öylece yatıyordu delikanlı. Anacığı başucunda ellerini kavuşturmuş duruyor, hizmetçiler uşaklar çaresiz bir şekilde bekleşiyordu kapıda. Wudu, yaşlı kargalar gibi badikleye badikleye yaklaştı yatağa ve ışıltısı geçmiş solgun gözleriyle inceledi Kasbolet’i. Tırnak uçlarına, dudaklarına, diline baktı. Kalbini dinledi sonra başını eğip dualar mırıldandı. Merakla ve ümitle izliyordu çevresindekiler onu. Daha önce nice hekimler, nice bilge kişiler çağrılmıştı. Ta Kalmukya’dan şamanlar, Dağıstan’dan imamlar, Gürcistan’dan keşişler gelip bakmış ama hiç biri bir şey söyleyememiş, hiç biri çare olamamıştı bu delikanlının hastalığına. Belki bu uzun yaşamış, eskileri görmüş, çok şey dinlemiş kocakarı yol gösterebilirdi onlara.
Nice sonra yaşlı Wudu yarım bir solukla doğruldu yerinden. Kendisinden bir şeyler bekleyen ev halkına umutsuzca omuz silkti. Beklenen korkunç cevap döküldü dişsiz karanlık ağzından.
-Zavallı Margus… Sınavların en çetiniyle sınanmak için ne yaptın? Sana zenginlik, şöhret ve güzellik veren talih, sana ömrünün en güzel çağlarını zehir edecek bir acı tattırmaya kararlı. Ölüm meleği, oğluna pençesini atmış. Toprak onu istiyor. Kısrak sürülerin, ucu görünmeyen çayırların, yüce dağların, sıra sıra esirlerin ona bedel olamaz. Her kişi ölmek üzere doğar. Hiçbir yiğidin kaması, kılıcı ölüm meleğini niyetinden vazgeçiremedi. Nice vakit var ki senin oğlun gibi bir yiğit, yatağında can vermemişti. Şimdiden ğıbzeler (3) söyleyin. Köyün yaşlıları onun için hadağey (4) yapsın. Sana ait arazinin en güzel yerine onun için bir mezar kazın. Oğlunuz ölecek…
Yaşamı boyunca göz alabildiğine çok düşmanla karşılaşmış, soğuk çeliği hissetmiş, sıcak kan görmüş, canavarlarla boğuşmuş, kulakları sağır edici fırtınalar yaşamış ama hiç biri Margus Bey’i bu sözler kadar ümitsizliğe ve dehşete düşürmemişti. Kederle başını öne eğdi. Hafote bir çığlık kopararak elini yüzüne götürdü. Köleler çaresizlik içinde inledi.
Bir süre susup onları izleyen Wudu tekrar konuşmaya başladı.
-Zavallı Margus… Bir tek şey… Olması, gerçekleşmesi imkansız bir şey kurtarabilir onu ama bu da gökyüzündeki hilali orak yapıp buğday biçmekten daha zor bir şey.
Margus Bey koşup önüne geçti Wudu’nun. Nemli çakır gözleriyle yalvarırcasına baktı yaşlı kadının yüzüne.
– Nedir o çare söyle Wudu. Margus’un güç yetiremediğine Tanrı da mı güç yetiremez?
-Kullar ne kadar yalvarıp yakarsa da Tanrı adetini değiştirmez. Hiçbir şey, ölümlü insan oğlunu ölümsüz kılmaz, hiçbir güç erteleyemez vakti gelen eceli. Bir baba lazım… Öz evladından vaz geçecek bir baba. Senin oğlun kadar güçlü, görkemli, yaşama sevinci dolu bir başka delikanlı öz babası tarafından rızasıyla boğazlanır, kalbi çıkarılır ve senin oğlun için kazılan mezara gömülürse ölüm meleği istediğini almış olur. Belki senin oğlunu götürmekten vaz geçer. Ama insan oğlu yeryüzüne geldi geleli hiçbir baba başkasının oğlu için öz evladına kıyamadı, kıymaz da.
Bir kez daha iki yana düştü Margus Bey’in kolları. Wudu kendisini oraya getiren gençlerin kolları arasında geldiği yere döndü.
. . .
Kafkasya’yı insanoğlunun şenlendirdiği ilk günden beri bu kadar kara bir ümitsizlik çukuruna düşmemişti dağlılar. Margus Bey’in namını duyan her kişinin yüreğini tarifsiz bir keder kaplamıştı. Margusey’in şen kızları, Kasbolet’in genç yoldaşları karalar giymişti. Kayalıklarda şahinler uçmuyordu. Bir baykuş yuva yapmıştı Margus Bey’in evinin çatısına. Herkes sessizlik içinde onun evinden yükselecek ölüm çığlığını beklerken Hafote, her gün durumu daha da kötüleşen oğlu için Ağıtlar söylüyordu.
“Vo si jıale blane, vo si jıale dışeri.
Ui nibjeğuher qıboje digur meguzavori.
Nehe meş, diğer qıqok’ir,
Kavuş jıale blane, qateg jıale dışeri.”(5)
Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa tüm Çerkesya’ya yayıldı Hafote’nin ağıdı. Bu ağıdın hikayesini duyunca Karaçay Bey’i Ullubaş Cigit’in gözyaşları yanaklarını ıslattı. İyi günü, kötü günü paylaştığı cefakar eşiyle başbaşa verip konuştular. Margus Bey’in köyünde matem varmış. Hafote’yle Margus’un yüreklerini şenlendiren biricik oğulları çaresiz bir dertten yatağa düşmüş. Oluru yokmuş bu derdin, bütün Kabardey halkı yas tutuyormuş.
Yaslı ana baba ta ciğerden yandı bu habere. Yirmi yıl önce kendilerine oğullarını getiren Margus Bey için ağladılar. Bir çaresi varmış bu derdin. Ürpertici, çıldırtıcı, dehşetli bir çaresi varmış. Şimdiye dek görülmemiş, duyulmamış bir çare. Kasbolet’in canının badeli olarak bir can verilmeliymiş onun yerine. Margus’un duyduğu yürek acısını arttırmak için söylenmişti sanki bu söz. Hem onun, hem de onu tanıyan herkesin kanını dondursun diye ortaya atılmıştı sanki. Hangi baba evladına kıyardı, buna hangi yürek dayanırdı. Ullubaş cigit, başını evinin dar penceresinden dışarı uzatıp ilerdeki geniş çayırda at koşturan oğluna baktı. Karaçay ilinin en namlı delikanlısıydı o. Gözüpek, yiğit, saygılı ve cesur… Yirmi yıl önce Margus Bey getirmişti onu ve ne kadar sevinmişlerdi bu iyilik karşısında. O kurtarmasaydı oğlunu, yirmi yıl boyunca her gün dağlanacaktı yüreği.
Gözleri dolu dolu olup çekildi pencereden.
. . .
Bir yaz sabahı “Misafirin var” dediler Margus Beye. Karaçay’ın dağlarından derilere bürünmüş on savaşçıyla birlikte yaşlı Ullubaş Bey gelmişti onu ziyarete. Margus Bey yasını içerde bırakıp yorgun vücudunu zorlayarak kapıda karşıladı konuklarını. Vaktiyle düşman olduğu Karaçay’ın bu koca özdeninin (6) atının dizginlerini tutup inmesine yardım etti. Dostça sarıldı ona, koluna girip içeri almak istedi.
-Kalıcı değiliz, dedi Ullubaş. Sesi çatal çatal çıkıyordu bunları söylerken. Başındaki felaketi duyduk. Acını paylaşmaya geldik. Dediler ki bir tek çaresi varmış bu derdin. Kasbolet ancak bir şekilde ayağa kalkarmış. Yirmi yıl önce bize oğlumuzu bağışlayan ulu kişiye bir borcumuz vardı. Onu getirmek için düştük yola.
Ardından toprak bir kap çıkardı eğerin üzerindeki torbadan. Titreyen elleriyle uzattı onu Margus Bey’e. Sonra gözlerinin yaşını engellemeye çalışarak dedi ki,
-Al, evladın için kazdığın mezara koy onu. Umulur ki ölüm meleği evinin üzerinden kanadını çeker.
Margus Bey ürpererek aldı Ullubaş’ın elindeki toprak kabı. Üzerindeki kapağı kaldırıp baktı. Çevresi kanla lekelenmiş kabın içinde Ullubaşlanı Küntoğgan’ın kalbi duruyordu.
. . .
Nice efsaneler yaşanmış karlı dağları inletti Ullubaş’ın iyilikbilirliği. Güneş utandı, gökyüzü utandı. Ölüm meleği başını eğip ağladı o fedakar baba için, yiğit Küntoğgan için. Karaçay’ın yaşlı beyi atına binip dağlarına dönmek üzere yola koyulurken duyduğu minnet duygusu ezdi Margus Bey’i. Eşiyle birlikte yüzlerini Karaçay yurduna çevirip Ullubaş’ı izlediler gözden kayboluncaya dek. Hafote’nin yanağından süzülen bir damla yaş toprağa düştü.
Kasbolet doğruldu hasta yatağından. Margusey o gün sevince boğuldu ama yüreklerinin bir köşesinde sakladılar Küntoğgan’ın yasını. O iyilikbilir babayı ve dostu için yaptığı fedakarlığı asla unutmadı Kabardey halkı.
——————————————–
- Uçup giden güvercine soruyorum. Çocuğumu bulursan alıp buraya getir. Canımdan çok sevdiğim, varlığı evime yeten çocuğum. Nereden bulsam seni. Yüreğime kıvanç salan çocuğum. Yazıdan seni getirmesini diliyorum. Can çocuğum. Candan sahip olduğum. ( Karaçay Türkçesiyle )
- Çerkes mitolojisinde yaşlı, büyücü şaman kadın.
- Ğıbze. Ağıt.
- Hadağey. Yas töreni.
- Yiğit oğlum, altın oğlum. Arkadaşların seni bekliyor. Yüreğimiz endişe içinde. Şafak atıyor, gün doğuyor. Uyan yiğit oğlum, kalk altın oğlum. ( Çerkesçe’nin Kabardey lehçesiyle)
(6) Özden, Karaçay Balkar soylusu
Yüz Elli Yıl Böyle Geçti.
Ayışığı Yayınları 2014
HULUSİ ÜSTÜN