DOLUNAY

Hulusi Üstün Dolunay Çerkes Sürgünü Circassian exile

Onunla tanışalı çok olmadı. Tuhaf bir tesadüfle bulduk birbirimizi. Doğduğu küçük bozkır köyünü anlattı bana. Mimarlık diplomasını alıncaya kadar ne denli büyük sıkıntılar çektiğini, askerliğini bitirir bitirmez ninesinden dinlediği ata yurdunu görmek için Kafkasya’ya nasıl gittiğini tüm ayrıntılarıyla anlattı.

– Uçağa nasıl bindim, bulutların üzerinden bir vakitler dedelerimin özgürce at koşturduğu dağları nasıl seyrettim, hala inanamıyorum. O anki heyecan, o anki tarifsiz hisler anlatılmayacak kadar yabancı. Yüz sene sonra adım attım zorla kopartıldığımız topraklara, yüz sene sonra yudumladım suyunu.

Böyle anlatıyor o yolculuğu. Sonra Lena’dan bahsediyor. Kafkasya’da bulup evlendiği eşinden… Yüz yıl evvelki o korkunç sürgünde birbirini kaybeden iki sevgilinin yeniden karşılaşması gibi olmuş buluşmaları. Yüreğinde biriktirdiği o adı konmamış hasretle bakmış kendi dilini konuşan bu kızın yüzüne. Gözlerini ışıltısında bulmuş kaybettiği her şeyi. Bu yüzden “Lena her şeyim…” diyor.

O, en zor yerinden kucaklamış yaşamı. Hiçlerin içindeyken “haydi” demiş kendi kendine. Bir arkadaşı vasıtasıyla bulduğu Mavi Kasaba’da sıfırdan başlamış her şeye. Şimdi bürosu burada ve o başarılı bir mimar. Bir sürü proje çizimi arasına gömülmüş çalışırken sevinçle kaldırıyor başını beni görünce. İçtenlikle “hoş geldin!” diyor. Çalışmanın güzelliğini, terlemenin zevkini ve bürosundaki huzuru anlatıyor. Dünyada sadece ikisi var sanki. Gümüş renkli dağların arkasında bulup getirdiği Lena’sı ve kendisi. Bir de yakında dünyaya gelecek olan çocukları… Erkek olursa adını Elbrus İdar koyacakmış.

İçini yakan o eski yarayı anlattığı vakit henüz tanıştığım bu gencin mateminde bana aşina olan bir şeyler buldum. Bu ruh hali bana hiç yabancı değildi, bu ıstırap tanıdıktı. Tuhaf, belki benden iyi hiç kimse anlayamazdı onu. Gözleri arkada terk ettikleri anavatan için, Karadeniz’in soğuk sularına bıraktıkları akrabaları için, adı bilinmez bozkırlara gömdükleri kardeşleri için ağıt yakan yaşlılar bilir bu derdi. O ağıtlarla büyüyen çocuklar bilir, Karadeniz’in en derin, en bilinmez, en karanlık yerinde yosun bağlamış kemiklere akraba olanlar bilir. Bu yüzden yıllardır tanışıyormuşçasına anlamlandık birbirimiz için.
İkimizin kalbinde de yüz otuz yıl önce çekilen o emsalsiz çilenin, tarihin gördüğü o en büyük insan kırımının, o acı sürgünün bugüne kalmış sızıları vardı.

Şimdilerde denizin sakin laciverdine yansıyan Ay ışığının görüntüsü benim içimi de hüzünle dolduruyor. Ebedi ayrılığın matemini anlatan ağıtlar dökülüyor dudaklarımdan. Rüzgar benimle birlikte terennüm ediyor o içli nağmeleri. Çünkü sürgün yıllarında insanların endişeli yüzlerini üşüten rüzgar da bu rüzgardı. Karadeniz’in koyu maviliğinde nereye gittiğini bilmeyen tekneleri önüne katıp savuran rüzgar da buydu. Hatta yıpranmış Çerkes bayrağını dalgalandıran esinti de bu. Yemen çöllerine, Girit’e, Hawai’ye sürülmüş insanlar yıllar boyunca bu rüzgarda kaybettikleri akrabalarının ve vatanlarının kokusunu aradılar.

Artık içimdeki yası Ay’ın denize dökülen görüntüsüne anlatıyorum, cırcır böcekleri eşlik ediyor yüreğimdeki kıpırtıya. Gemiler geçiyor Ay ışığının üzerinden. Takalar, tekneler geçiyor. Bir garibin cesedini suya atıyor yoldaşları. Hasreti taşıyan teknelerin yükleri ağır. Emsalsiz bir matemi taşıyor onlar. Sakalları gözyaşıyla ıslanmış ihtiyarları, sevdiklerinden ayrılmış gençleri taşıyor. Yüreğimdeki sızı o sürgünün acı hatırası.
….
Toprak yağmur kokuyor olmalı. Terli bir vücut kokusu kadar insana ait olan ıslak toprağın kokusu ve yağmurun alacalara boyadığı gökyüzü… Bulutların arasından görünen son mavilikte zümrüt rengi bir bakışın izi var. Yağmur, denizin rengini karartır, dalgaları azdırır. Dağların görüntsü pare pare silikleşir. Böyledir yağmur, renkleri birbirine karıştırır. Karaların ucuna ak değer, ümitlere korku düşer, gözyaşlarına karışır yağmur damlaları.

Toprak yağmur kokuyor olmalı. Asırlardır üzerine aralıksız dökülen kanı emer, kan kokmaz da bir küçük çisilti toprağı yağmur kokutmaya yeter.

Hızlı bir şekilde boşalıp duruveren güz yağmurundan sonra hava hemen değişmişti. Limanda toplanmış binlerce insanın yüzünde oynaşan küskün gölgelerle akşamın esmerliği sarıyordu dünyayı. Bir de yağmur sorası sessizlik… Dağılan bulutların arasından çıkan ay, ölgün bir ışıkla seyrediyordu ümitsizce bekleşen kalabalığı. Yırtık elbiselerde, dağınık saçların döküldüğü yüzlerde, günlerdir kurumayan endişeli gözlerde yaşama ait bir şeyler arıyordu. Çoğu gençlerden ve çocuklardan oluşan kalabalık öbek öbek birikmişti limanın çeşitli köşelerine. Ta Kafkasya’nın iç bölgelerinden sürülmüş uzun boylu zarif Kabardeyler, haşin bakışlı Çeçenler, yeşil gözlü Kuban Adiğeleri, sağlam yapılı Abhazlar ve Ubıkhlar kendilerini denizin ötesindeki halifenin ülkesine götürecek tekneleri bekliyorlardı. Kimileri kendi aralarında ağıtlar söylüyor, kimileri hayatta kalan tek yakınıyla vedalaşıyor, kimileri gözlerini kapatmış bu yaşananların rüya olması ümidiyle dua ediyordu. şu karanlıkta olduğundan daha karanlık, daha korkutucu, daha belirsiz görünen denizin ötesine götürecekti tekneler onları. Orada savaşın olmadığı bir yer varmış, orada uçsuz bucaksız topraklara hükmeden halife varmış. “Gelsinler!” demiş o halife. “Küçükleri evladım, büyükleri kardeşimdir.” Orada kendilerine kucak açan insanlar varmış. Çekilen bunca acıdan sonra hayat hala yaşamaya değermiş.

Tekneler, köhne tekneler… Onlar alıp götürdü garipleri. Onlar dağıttı bizi dünyanın dört bir yanına. Onlar sonsuzluğa yelken açan ecel gemileri gibi bir kez götürdüğünü geri getirmeyen, götürdüklerinden haber vermeyen insafsız tekneler. Taşıyacakları adam başına paranın en karasını alır onlar. Yirmi insan başına o yirmi kişiden birini kendilerine ayırırlar. Atları almazlar, hastaları, ihtiyarları, parasızları almazlar. Güzel kızlar lazım, güçlü erkekler, sağlıklı çocuklar lazım onlara. İstanbul, Selanik, Mağrip ve Mısır konakları için cariyeler gerekli, hizmetçiler gerekli. Anasından hür doğanları köle etmek gerekli. İnsan yağmasıydı bu, can yağmasıydı. Gece gündüz ara vermeyen bir yağma, acısı asırlar sonra bile hissedilecek olan bir talandı bu. Yığın yığın kıyıya akan insanların teknelerle meçhule taşınmasıydı.

Limanda görevli Rus askerleri kalabalığı sayıyor, bindirilecekleri tekneni büyüklüğüne göre yirmişer, kırkar, ellişer insanı ite kaka sokuyorlardı tekneye. Sonra sırası gelen diğer tekne için sayım başlıyor, ona da alabildiğince muhacir tıkıştırılıyordu. Ayrılanlar, kıyıda kalanlara gözyaşları arasında el sallayarak, anavatanlarının mahzun dağlarına son kez bakarak uzaklaşıyorlardı doğdukları topraklardan.

Toprak yağmur kokuyordu.

Muhacirleri karşı kıyıya taşıyan Laz tekneleri kırk kişi alabiliyordu. Görevliler bir, iki, üç, dört, kırka kadar sayıyor ve saydıkları insanları sırası gelen tekneye alıyorlardı. Toprağın yağmur koktuğu o akşam vakti Rus zabitini eli bilmem kaçıncı defa insanları işaret etti ve “kırk” dedi. En fazla yirmisinde olduğu halde yüz yaşındaki bir ninenin yüz ifadesiyle bekleşen bir kızcağıza denk gelmişti kırkıncılık. Günlerdir gözyaşı dökmekten kıpkırmızı olmuş gözlerin kendisini işaret eden Rus zabitine çevirip ne olduğunu anlamak isterken üç dört asker iteklemişti onu sayılan diğer insanların arasına. Kız bağırıyor, feryat ediyor, ailesinden koparıldığını söylüyor ama derdini hiç kimseye anlatamıyordu. Ne subaylar anlıyordu Çerkesçe’yi ne da Laz gemiciler. Gemiye bindirilecek insanların seçiminde her seferde bu tür olayların olmasına alışkındı limandakiler. Her seferinde birileri feryat figan ederek kopardı kıyıda kalanlardan. Tekneler bir sülaleyi alacak kadar büyük değil, hem bu işle uğraşılamayacak kadar çok insan bekliyor kıyıda. Bu hazin ayrılığı görmeye dayanamayanlar gözlerini kapatıyor, biraz sonra aynı felaket onların da başına gelir. Aileler parçalanır, kardeşlerden biri tekneye biner, diğeri kıyıda kalır. Eşlerden biri bir tekneye biner, diğer bir başkasına. Evlatlar analardan, sevdalılar birbirinden ayrılır. Bir yüreğin yarısı kıyıda kalır, yarısı denize açılır.

– Hepiniz aynı yere gidiyorsunuz. İstanbul’a vardığınızda birbirinizi bulursunuz, diyor kimileri.

Bu İstanbul nasıl bir yer? Bu kadar insanı alacak kadar büyük mü? Yoksa dalları yerde, kökleri gökte olan Tuba ağacı orada mı?

Yine aynı yürek parçalayıcı olay oluyordu. Sayılan kırk kişi tekneye itilirken gruptaki o genç kız çığlıklar atarak kıyıda kalan akrabalarının yanına gitmek istediğin söylüyordu. Kim bilir kaç zamandır karnını doyuracak bir şeyler yiyememiş, zarif yapılı, ince, uzun, elbiseleri yırtık bir Çerkes kızıydı bu.

Çerkesçe bağırıyor, kedisin tutan kollardan kurtulup kopartıldığı kardeşlerini yanına gitmek için çırpınıyordu. Limanda bir kıpırdanma oldu. iki üç genç kız kalabalığı yararak Rus zabitin yanına gidip tekneye bindirilen kızı işaret ederek ağlamaya, bir şeyler anlatmaya başlamışlardı. Dillerinde merhamet kelimesi olmayan Rus askerleri itekledi onları. Ağlayarak yakalarına sarılan solgun yüzlü kadınlardan ve çocuklardan bıkmışlardı. Sayılan kırk kişi apar topar bindirildi tekneye ve Rus zabitinin eli bir başka tekneye doldurulacak kırk kişiyi saymak üzere kalktı.

Ayrılık dedikleri ölümden beter. İnsanın tanıdığı, bildiği, sevdiği şeylerin tümünden birden ayrılması ise adı konmamış bir azap çeşidi. Tekneye alınan kızcağız bu azapla kıvranıyordu. Akşamın laciverdinde çınlıyordu korkunç feryadı. Onun çığlığında koca bir mazlum milletin yürek acısı yankılanıyordu barut kokan dağlarda. Ay’ın denize düşen görüntüsünde o çığlık vardı. yüreklerde o çığlık… Gözlerinden, görecekleri bir başka felaket için sakladıkları son gözyaşını döküyordu kıyıdakiler. Yüzler ümitsiz, yüzler korkulu… Ay ışığı o akşamın dehşetine. Bir de teknedekiler için kıyıdan uzanan bir zayıf el.

Çekilen çilenin tümü için, yer yüzünden adı silinen koca bir millet için bir kez daha yankılandı o çığlık. Tekneye zorla bindirilen o bahtsız kız güverteye çıkmıştı. Belki o da birçoklarının yaptığı gibi kendini suyun soğuk ve karanlık kucağına bırakacaktı.

– Kardeşlerim, diye inledi. Ay’a bakın, çünkü ben nerede olursam olayım Ay’ın dolunay olduğu vakitlerde Ay’a bakıyor olacağım. Siz de nereye giderseniz gidin dolunaylı gecelerde Ay’a bakıp beni hatırlayın.

Kızın sesi kıyıda bekleşenlerin hıçkırıkları arasında boğuldu. Tekne gece karanlığında daha koyu bir renge bürünen denizde yavaş yavaş hareket etmeye, ardında ince bir iz ve bir sürü gözyaşı bırakarak ağır ağır kıyıdan uzaklaşmaya başladı.

Götürdüğünü geri getirmeyen
İstanbul yolundayım.
Kalbimi yakan güzel sevgilim
Anavatanımda kaldı…

Zavallıları İstanbul’a götürüyorlar.

Benim küçük kız kardeşim,
Saçları dağınık olan.
Koparıldığımız akrabalarımız da
Dağılıp paramparça oldular.

Zavallıları İstanbul’a götürüyorlar.

Rüzgarda dalgalanan
Yıpranmış Adiğe bayrağı
Bizim akibetimizden bir haber
Kim getirebilir sana.

Zavallıları İstanbul’a götürüyorlar.

Dolunaylı gecelerde durgunlaşırmış Mavi Kasaba’ya yeni gelen o mimar gencin ninesi. Uzun uzun seyredermiş Ay’ı ıslak gözleriyle. Kimi zaman dışarıya çıkar, koca ağaçlara sırtını dayayıp eski şarkılar mırıldanarak dakikalarca Ay’a bakarmış.

Günün birinde açıklamış sırrını torununa ağlayarak.
– Ay, bizim yüz yıl önce çektiğimiz acıların tek şahidi. Kafkaysa’dan sürüldüğümüz vakit annemin kız kardeşlerinden birisi bir başka tekneye bindirilerek götürülmüş. O, bir daha asla görüşemeyeceğini bildiği kız kardeşine seslenmiş tekneden. “Her dolunaylı gecede Ay’a bakın çünkü benim gözlerim oraya bakıyor olacak.” demiş. Annem bu yüzden her dolunaylı gecede gökyüzüne bakar, kim bilir dünyanın hangi köşesine gönderilmiş olan kız kardeşi için gözyaşı dökerdi. Onun ölümünden sonra Ay’a bakma sırası bana geldi. Biliyorum ki hala dünyanın bir köşesinde oraya bakan başka gözler de var.

Şimdi yüz otuz sene sonra o, kendisinden zorla kopartılan kız kardeşi için kıyıda ağlaşan kadının torununun çocuğu olarak Ay’a bakıyor. Mavi Kasaba’da dolunay bir başka güzel görünüyormuş. Dudağında o asırlık ağıtla, içinin sıkıntısını Ay’ın denize yansıyan görüntüsüne anlatıyormuş. Ben de babaannemden dinledim o korkunç günlerin yasını. Karadeniz’de boğulan yakınlarının hatırasına saygı olarak balık yemeyen babaannem anlattı bana yüz yıldır yüreklerden acısı çıkmayan sürgünü. Ay’ın şahit olduğu sevdaların, ayrılıkların arasında o sürgünün hatırası bir başka yer tutar muhakkak. Artık ben de bakıyorum Ay’a. Yemen çöllerinde kumlara karışmış akrabalarımın, Karadeniz’in sularına gark olmuş bir dostun hatırası olan Ay artık bambaşka anlamlar taşıyor benim için.

Bu hastalık bende yeni başladı.
1997

DOLUNAY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön