Emirtolu Yaylası’ndan Anadolu

Bir kız tanımıştım üniversite yıllarında. ‘Küçükken balık sanırdık kurbağa larvalarını, zaman geçip kuyrukları yok olduğunda, kurbağaya dönüştüklerinde şaşırırdık. Zaman öyle bir şey… değiştirip kurbağaya dönüştürüyor insanları’ demişti.

Değişip dönüştük yaşadığımız bulanık göl suyunun içinde. Öyleydik, böyle olduk… Kurbağa olup kalacağımızı bilsek üzülmeyeceğiz. Kurbağadan öte yol varmış o genç kızın bilmediği… şimdi yüreğimizi arındırma sürecindeyiz insani hislerden. Lüzumsuz acılarla kasılmasın, başkalarının ıstıraplarına ortak olmasın diye. Benim olsun keyfe zevke dair her şey, gayrısı serap, gayrısı harap…

. . .

GÖĞERÇİN
– Bir Pandemi Romanı –

Hulusi Üstün’ün yeni romanı Göğerçin yayımlandı. Tüm kitapçılarda!

Adam dediğin nasıl olur da böylesine olduğu gibi kalır dedirten cinsten, fıtratı bozulmamış, işinde gücünde bir adam Muammer. Beylikdüzü taraflarında müteahhitlik yapıyor. Bir yıl geçti tanışıklığımızın üzerinden. Beni yüzümün çizgisiyle çubuğuyla, alnımın kırışıklığı ve gözlerimin yorgunluğu ile karşı karşıya getiren bir aynaya bakmış gibi oluyorum onunla konuştukça, bakıyor ve sadece yaşıyor olmaktan dolayı geçirdiğim değişikliği görüyorum onda. Muammer öylesine aynı, Muammer öyle insan…

Derdini paylaştığı bir dost, onu bana yönlendirmiş. ‘İdari bir sorun bu… sana idare Hukukunu bilen biri lazım.’ demiş. Muammer beni buldu, koltuğunda sarı bir klasörle gelip anlattı derdini.

Sinop’un Durağan’ında Emirtolu diye bir köy varmış. En az beş asırdır aynı dağın tepesinden dağ doruklarına, derin vadilere bakarmış. Bundan yirmi yıl kadar önce dört kilometre ötesindeki Ayvacık adlı mezrasına köy statüsü verilmiş. Emirtolu köyünün bir kısım arazisi de Ayvacık adına kaydedilmiş. Kaydedilmiş ama Emirtolu’nun yaylası, deresi, ormanı da Ayvacık arazisi ile orta yerinden bölünmüş. İdari yargıya başvurma süresini kaçırmış Emirtolulular. Karar kesinleşince de yaylalarına çıkamaz, derelerine inemez, ormanlarına giremez, arazilerini işleyemez olmuşlar. Zaman içinde Ayvacık’ta yaşayan yüzlerce yıllık akrabalarıyla, dayı teyze oğullarıyla düşmanlık başlamış aralarında. Başlangıçta arazi ihtilafından ibaret anlaşmazlık, zamanla su ihtilafına, yol ihtilafına dönüşmüş. Artık selam vermez olmuşlar birbirlerine. İyi günlerini kötü günlerini paylaşmaz olmuşlar. O değil, kan dökülecek diye korkuyormuş iki taraf.

Bu işin çaresi var mıymış?

Dedim ki ona; ‘İdarenin işlemini iptal ettirmek için dava açmış, ama süreyi kaçırdığınız için kaybetmişsiniz. Karar kesinleşmiş. Bir başka işlem yaptıracaksınız idareye, başka bir adım attırıp o adımı dava edeceksiniz. Hem beş yıl süren ihtilaflar, sınırın yeniden belirlenmesi için dava açma hakkı veriyor. Bu işin oluru bu!’

Söylediklerim Muammer’in kafasına yattı. Yazı yazdık sağa sola, yeniden idari mercilere başvurduk. Derken Durağan Kaymakamlığından ihtilaf konusu alanda keşif yapmak üzere çağrıldık.

-sen de gelin mi? dedi Muammer.

-Gelirim, dedim.

. . .

20 Ağustos gecesi çıktık yola, arabada Muammer, Emirtolulu iki kişi, bir de ben… Gecenin içinden geçtik, Tosya’dan sonra daha önce girmediğim Kargı yoluna saptık. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan görkemli bir dağın eteğinden saygı ile geçti arabamız. Daha önce görmediğim sıklıkta bir ulu çam ormanının içinden kıvrılan yeni bir yolda ilerleyip Durağan’a vardık.

İsmail Bey Camii
İsmail Bey Camii

Durağan dedikleri bir küçük kasaba ki gören hiç derdi yok der. Sokakları tertemiz, çevresi yeşil. Beylikler zamanından kalma koca bir hanın çevresinde halka halka genişleyen bir Anadolu kasabası. Resminin altında ‘Durağan’a hizmet etmenin aşığıyım!’ yazan bir Belediye başkanları var. Adamı birine benzettim ama çıkaramadım. Görsem söyleyecektim. ‘Şu hanı Kapalıçarşı yapsana ! ’ diye. Hanın yakınında ‘İsmail Bey Camisi’ var. Tavanına, minberine, kapısına muhteşem ahşap işçiliği dökülmüş, yüz elli yaşında içi muhteşem bir cami. Dışı öyle değil, restore edeceğiz diye bir gecekondu apartmanına çevirmişler. Altı üstü tabela dolu. En güzel tabela ise cümle kapısının üzerindeki Osmanlıca kitabe… Sanki Hititçe imiş gibi, kimsecikler merak edip okumamış, Latin alfabesi ile de yazılıp bir kenara konsaydı ne var idi.

Durağan’dan dağlara doğru devam etti kırk kilometrelik yolumuz. Önce nazlı derelerin kenarına kurulu yeşil köylerin içinden, sonra ürkütücü uçurumlardan geçtikten sonra hayret verecek ölçüde sarp bir dağ yamacına kurulu Emirtolu göründü. Karşımızdaki manzara yüz yıl öncesine ait Kafkasya illüstrasyonlarını andırıyor. Tarif etseler, otur hayal kur deseler zihnim eteğine değmez bu muhteşem tablonun. Öylesine muhteşem, öylesine şaşırtıcı, öylesine terk edilmiş…

Kavgalı akrabaların yaşadığı Ayvacık’ın içinden geçip dört kilometre daha gidince önce ikiye ayrılan toprak yolun ortasına kurulu bir çeşme selamlıyor bizi. Zaman olsa oturup Faruk Nafiz’in Çoban Çeşmesi adlı şiirini okusam bağıra bağıra.

Derinden derine ırmaklar ağlar,
uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
ey suyun sesinden anlayan bağlar,
ne söyler şu dağa çoban çeşmesi…’

Her biri yüz yıl önce boşaltılmışçasına yorgun evlerin arasında arabamızı bırakıp yürüyoruz. Ayaklarımız toz içinde, ürpertici bir rüzgar ısırıyor dudaklarımızı. Köy içinde bir karış asfalt görmemiş toprak yoldan yürüyüp insan eliyle inşa edilmiş taraçalar üzerine kurulu evlerin arasından geçiyoruz. Evlerin hepsinin önünde küçük bahçeler, avlularda kurutulmak üzere asılmış mısır koçanları…

Muhtarın evi, köyün ortasında diğer evlerden farksız tertemiz, mütevazı eski bir ev. İçeride bizi bekleyen güzel bir kahvaltı sofrası… kahvaltı sofrasında kocaman bal petekleri, yoğurt, yufka ekmeği, yumurta ve peynir…

Geldiğimizi haber alan köylüler sırayla ziyaret ediyorlar. Hepsinin derdi bu arazi ihtilafı. Öyle güzel ifade ediyorlar ki dertlerini. Yaylalarına çıkmak istediklerinde engelleniyorlarmış. Uzak tarlalardaki mahsullerini bilinmeyen eller yakmış. Oysa kasten yangın çıkartan adam geriye dönüp bakacak olsa imanının yandığını gözüyle görürmüş. Kendi arazilerinden çıkan suyu kendi tarlalarına çeviremiyorlarmış. Ne düğün, ne bayram, ne ölüm bir araya getiriyormuş artık onları. Hani yaşlıları olmasa köyü top yekûn bırakıp yad ellere dağılacaklarmış. O kadar güç geliyormuş bu durum onlara, o kadar acı…

‘Beş aydır rahmet yağmadı köyümüze!’ diyor bir yaşlı köylü. ‘Bu küslüğün olduğu yerde rahmet olur mu?’ Ak sakallı uzun boylu ince yapılı ihtiyarın dile getirdiği bu endişe şaşırtıyor beni. Yağmurun yağmamasında bile kendisine kusur arayan bu adamın karşısında yüreğimden utanıyorum. Hani kaç adama kapalı, kaç adama küs yüreğimden…

‘Aman Avukat bey! Senin sayende yeniden kurbiyet olur inşallah!’ diyor bir başka yaşlı. Onun ‘Kurbiyet’ sözünü bilmesine mi şaşırsam, bunca çabanın sonunda sadece manevi fayda ummasına mı?   Konuştukça büyüyorlar gözümün önünde. Konuştukça eziyorlar beni.

Ben ki Trakya’nın düzlüklerine kurulu yeşil ve zengin köyleri gezdim. Yol sorana cevap verilmeyen göçmen köylerinden geçtim. Ben ki verandasında pantolonu ütülü ihtiyarların, bakımlı kadınların oturduğu evlerle dolu Abaza köylerini gördüm. En fakiri bile onlarca kişiyi ağırlayabilen Çerkes köylerini adım adım dolaştım. Çatısında uydu anteni, kapısında lüks otomobiller olan fakat duvar dipleri tuvalet olarak kullanılan güneydoğu köylerinde durdum. Anadolu bozkırında terk edilmiş Türkmen ocaklarına konuk oldum, Ege’nin yaz boyunca panayır şenliği yaşanan köylerinde kaldım. Memlekette Emirtolu gibi bir köy olduğunu söyleseler inanmazdım.

Derin bir vadiye bakan dağ yamacına kurulu bu köyün bir dönümlük düz arazisi yok. Rakım 1.500 m. Köyde karşılaştığım ne ata ne eşeğe benzeyen mahluklar katır dediğimiz hayvanmış. Yamaçlar bu hayvanların yardımı ile sürülürmüş. Karasaban dedikleri alet buralarda hiç bırakılmamış. Emeği bir yana, hesaplayacak olsan ekmek, bu köyde yaşayanlara İstanbul’da yaşayanlardan daha pahalıya mal olurmuş. Karasaban ile sürülen o yamaçlara tohum elle serpilir, orakla biçilir, katır sırtında eve getirilirmiş. Mısır, fasulye, az miktarda patates, az miktarda buğday, az miktarda üzüm… Az, az, az…

Bu köyde doğmuş, okumuş, mesleğiyle tanınmış, köyüne faydalı olmuş birileri var mı diye soruyorum. ‘Yok!’ diyorlar. Çocuk okutmak da para istermiş. Köyün ilkokulunda yüzün üzerinde çocuk varmış fakat o çocukları daha öteye taşımak ailelerinin gücünün çok üstündeymiş. Tarlaya, bağa, bahçeye adam lazımmış. Gençler kışın İstanbul’a gidip gündelik işlerde çalışırmış, yazın tarlada çalışmak için dönermiş. Tahta ambarlar içinde duran erzak ev halkına yetermiş, ama kaleme kitaba kifayet etmez imiş…

Karşılaştığım herkes üstüne hırpani bir şeyler giymiş soylular gibi. Yüzleri yorgun, halleri ince, dilleri, elleri, gönülleri lütufkar… terleyerek ürettiklerini hamd ile yiyorlar, ağızları dualı, sözleri şükürlü… o nakıs toprağın verdiğinden arttırıp camilerini yenilemişler. Yaşlısı genci ezan okununca camiye doğru yöneliyor. Kahvesi yok Emirtolu’nun. Cami önünde görüşüyor, cami önünde vakit geçiriyorlar.

Nereden geldiklerini kendileri de bilmiyorlar. ‘En eski zamanlardan beri buradaydık,’ diyorlar. Çekik gözlerle, çıkık elmacık kemikleriyle karşılaşıyorsunuz bazı yüzlerde. Çok ince yüz hatlarına sahip olanlar da yok değil, çocuklar genellikle sarışın… Şiveleri daha çok Orta Anadolu’ya ait. Dilbilim açısından ne ifade eder bilmem ama ‘sağır nun’ kullanmıyorlar, bu yönüyle konuşmaları Çorumludan, Çankırılıdan ayrılıyor.

Kadınlar şalvar giymiyor. Çoğunun üzerinde yeşil ve kırmızı ağırlıklı uzun etekler var. Ferace, çarşaf, ihram, atkı, manto gibi dış kıyafetler kullanmıyorlar. Köy içinde kaç – göç uygulanmıyor, fakat erkeklerin bulunduğu odaya kadınlar girmiyorlar. İkram ev sahibi erkeklerin en genci tarafından yapılıyor. Konuk karşılanır ve uğurlanırken de kadınlar bulunmuyor.

Ya çocuklar… Çorabını giymeyi beceremeyen oğlumla yaşıt olanları yedeğine aldıkları eşekle dağları dolaşıp çalı çırpı getiriyorlar. Şu yaşına kadar yatağını toplayamamış kızımla yaşıt olanları tarla işinde, ev işinde, temizlik işinde. Belki beş yaşındaki bir kız çocuğunu kendisinden küçük kardeşine sarılmış yürürken görüyorum. Azı paylaşmak, eksiği tamamlamak ne güzel pişirmiş onları.

Keşif, bizim İstanbul’dan alışkanlığımız aksine, belirtilen saatte başlıyor. ‘Kaymakam gelmiş yaylaya!’ diyorlar. Tekrar dönüyoruz Ayvacık istikametine. Taşkınlık yapmalarından endişe ettiğim için köylülerden birkaç kişinin eşik etmesini istiyorum. Jandarma, Kaymakam ve keşif heyetinden oluşan üç arabalık konvoyu yayla yolunda karşılayıp güzergahı anlatıyoruz. Genç kaymakam, bu iş için İstanbul’dan geldiğini söyleyen gözlüklü, kel avukata ‘Senin burada ne işin var?’ der gibi bakıyor. ‘Bana iş öğretme!’ der gibi bakıyorum ben de ona. ‘Min kalbi ilel kalp’ konuşuyoruz. Üç saatlik keşfin sonunda saygıdeğer, işini bilir, alçakgönüllü, iyi niyetli ve gayretli bir devlet adamıyla tanışmanın mutluluğu ile elini sıkıyorum Kaymakam’ın.

Niza konusu ilk alan, Ayvacık’ın da üzerinde yer alan yayla. En yüksek yerden çepe çevre bakıyoruz araziye. Şu vadi, karşı dağ, şu mezra, şu dere… hepsi Emirtolu’nun… Ama kullanmak için Ayvacık’tan geçmek gerek. Sonra Emirtolu girişine geçip yolun sağındaki derin vadi ve karşı yamaçları inceliyoruz. Aslında üzerinde anlaşmazlığa düştükleri yer orman arazisi. Yarın bir gün Orman adına tescil edilecek olsa iki köy de hak iddia edemeyecek, fakat orman arazisinde yıllar önce tarım alanı açılmış ve katır sırtında ekilip biçilmiş. Muhtar senediyle devir alınmış, el değiştirmiş.

Bu arada Ayvacık Muhtarı katılıyor keşfe. Bir Kızılderili şefi edasıyla kaymakamın elini sıkan genç adam, Emirtolululara selam bile vermiyor. Arazi mülkiyetleri sorulduğunda ‘onların yeri varsa bizim de vardır’ diyor. ‘Anlaşma, gülümseme, konuşma!’ demişler besbelli. Küs bir çocuk gibi daha çok, ama vakur görünmeye çalışıyor. Oysa Muammer’in dayı çocuğuymuş muhtar. Belli ki o da Muammer gibi dönüşmemiş, değişmemiş, tertemiz bir adam.

Keşif ilerledikçe çocukluğumda okuduğum Fakir Baykurt romanlarından pasajlar geliyor aklıma. Mahmut Makal tasvirleri, Memduh Şevket diyalogları, Yakup Kadri karamsarlığı… Anadolu bu muymuş? Bunca mı dururmuş yerli yerinde. ‘Gitmesek de gelmesek de bizim olan köyler’ bunca mı aynıymış. Dönüşmeyen, değişmeyen tek şey Muammer değilmiş demek. Muammer’in mayası otuz üç yıl boyunca zemzem suyu gibi durduğu yerde nasıl olup da kokuşmamışsa bu dağ doruklarının yoksul insanlarının kaderi de öylesine kalmış olduğu yerde.  Benim, Anadolu diye gezip dolaştığım diyarlar Anadolu’nun reklam kumpanyasıymış meğer. Kuytularda hala yokluk içinde kimsesiz duruyormuş Anadolu …

Son olarak köyün yaslandığı dağın güney yamacındaki arazi keşfedildi. Bu toprakların tarih boyunca hiçbir güç tarafından neden işgal edilemediğinin, yolu buralara düşen halkların bu dağların taşına toprağına nasıl olup da böylesine kolay karıştığının cevabı olarak önümüzde dağ sıraları, onun ardında bir başka dağ sırası, ikisinin arasında baraj gölü ve ardında başka sıra dağlar duruyordu. Keşke bu dağların yoksulluğu olmasaydı da biz şair Lermontov romantizmi ile baksaydık karşımızdaki manzaraya.

Keşfin sonunda Kaymakam Davut Düzgün, Emirtolu girişindeki çeşme başında topladı köylüleri. Kendisine yapılan yemek teklifini kibarca reddetti. Beraberindeki askerlerin yemeğe götürülmesini istedi. Askercikler onu bırakmayacaklarını söylediler. ‘O halde bir bardak ayran getirin!’ dedi. Köylüler onun isteğini yerine getirmek üzere koşarken ağaç altına bağdaş kurup oturdu. Emirtolu Muhtarı ile Ayvacık Muhtarını çağırdı. İhtiyar heyeti, köy azası ile birlikte bu nizanın sonunun nereye varacağını, çözümün neden elzem olduğunu, herkesin bir adım atması gerektiğini kısaca anlattı. Ne Ayvacık iki parça olacak ne Emirtolu… Yolun sağındaki araziler Emirtolu’ya dahil edilecek, solundakiler Ayvacık’a. Yalnız sağ taraftan bir dil halinde  Ayvacık’a ait mezraya çıkış verilecek. Herkes yaylasını, tarlasını, merasını bilecek…

Kaymakam Davut Düzgün’ün çözümüne Emirtolulular razı, yeter ki kurbiyet olsun…  Ayvacık muhtarı ise suskun… Suskun ama kımıldandıkça, yüzümüze baktıkça  ‘Bilirim söyleyeceğimi lakin kaymakamın yanında olmaz !’ diyor sanki.

Ayran getirmek üzere köye gidenler, sabah kesilip pişirilmiş koyunu ikram ettiler bekleyenlere. Kaymakam bey, Ayvacıklıları da Emirtoluluları da davet etti. Hepsi aynı tabağa el uzatıp paylaştılar lokmalarını.

Yemeğin ardından kaymakam ve keşif heyeti ayrılmaya davranınca Ayvacık Muhtarı da izin istedi. Kaymakamın elini sıkıp döndü arkasını. Emirtolulu akrabalarına selam vermeden bindi aracına. Gerdek töreninden beri hiçbir sahnede böylesine esas oyuncu olmadığının bilinciyle icra ediyordu rolünü. Teslim olmayacaktı…

Köye döndük, Muhtarın evinde durum değerlendirmesi yaptık. Köylülerden birisi meselenin başlangıcını anlatmaya koyulurken bir diğeri söze girdi. ‘Buracukda dur Gıymetlim!’ diye böldü onun sözünü. Kendisini tanıtırken ‘okuma yazmam yok, A’ dediğiniz şeyi de bilmem diyen bu adamın karşısındakinin sözünü keserken büründüğü nezaketin benzerine hiçbir yerde rastlamadım.

İnsan bunlar… Düştükleri toprak anlaşmazlığının Tanrının rahmetini kestiğine inanan, sürerse kalp kırarız korkusuyla kıvranan, terleyip ürettiklerini birbirleri ile paylaşan, elleri nasırlı, gözleri ışıklı insanlar… Zamanın değiştirdiği, çocukların gözünde balık yavrusuyken kurbağaya dönüşen, oradan öte yol arayan bizlerin dünyasındaki birçok kiri hiç tanımamış, asla tanımayacak insanlar. Çağın kirlerini görmemiş, duymamış insanlar. İhtiyacı olmayan şeyleri satın almak üzere daha fazla para kazanmak için eğilip bükülmemiş, doğruyu tahrif etmemiş, parası bankada doğurmamış, komisyon almamış insanlar. Ne teni, ne kursağı haram görmemiş, insan tarafı aşınmamış insanlar.

Bu topraklarda yaşadıkça sırf toprağa eğilecek, sırf tanrıya eğilecek fakat buradan çıkmak zorunda kalırsa asgari ücretle metropolde kölelik edecek, belki dilenecekler. Hepi topu bin kişi… Anadolu’nun kuytusunda zamana muhalif yaşayan, onlar yaşadıkları sürece Tanrının ‘Ben sizin bilmediklerinizi’ bilirim beyanını izhar edecek olan bin kişi…

Bu bin kişinin yaşamak için direndiği, terk etmediği köyü, civarındaki dağlarla, vadilerle, dereler ve pınarlarla birlikte topyekün kurtarmak için gereken para kimilerine göre o kadar kolay ki. Bir büyükşehrin temsil ağırlama gideri böylesi, yüz köyü ayağa kaldırır. İnsanların yüzlerine tebessüm, sofralarına aş, kalplerine ümit olur. Ramazan ayında sokaklara binlerce toku doyurmak üzere kurulan iftar sofralarının geliri ile neler yapılmaz. Yüzlerce yıl önce insan eliyle yapılan taraçalar bugünün teknolojisi ile yenilense, sokaklar Arnavutkaldırımı döşense, evler yenilenip birkaç küçük otel açılsa… akşam evinden çıkıp sabah buraya ulaşan ben misal nice insan, gelip bu yaylanın ayazında üşümek, buz gibi suyunu içmek, ‘A’ dediğimiz harfi görse tanımayacak bilgelerinden insanlık dersi almak isterdi.

Ama yok… İstanbul’da hallice bir apartmanın içinde dört tane Emirtolu var. Hem okumuş adam onlar, hem oyları değerli, hem kendileri. Bunlar sahip oldukları ile yetinmeyi bilir, ama diğerleri şirket kurar daha fazla kazanır, örgüt kurar daha fazlasını ister, daha çok para harcarlar. Daha çok beslerler Kapitalizm denen canavarı. O beslendikçe daha çok ter döker Emirtolulular… Döksünler, ter değil mi… kan dökmüyorlar nasıl olsa.

. . .

Karanlık basmadan önce dönmek üzere toparlandık. Sevmediği adamın uzattığı eli tutmuyor olmakla övünen ben, o gün bir sürü güzel adamın nasırlı, sert ellerini tutup vedalaştım. Köyü bir uçtan bir uca geçti Muammer. Yüz yaşını geçmiş Mammalı Dedeye uğradı önce. Babası seferberliğe gittiğinde üç günlükmüş Mammalı… Muammer’le koyun güdermiş dağlarda.. Muammer sekiz yaşındaymış, o yetmiş… Koyunu kaybettim diye ağlarmış Muammer, o da Muammer ağlıyor diye ağlarmış. ‘Bir dahaki sefere kim öle kim kala, gidip göreyim Mammalı Dedemi.’ dedi. Biliyorum oturacak olsak neler konuşacağız o yaşlıyla. ‘Muammer, bu gece kalalım, bir günde bitmez bu sohbet’ diyeceğim. Sonra yine üzüleceğim. O sebepten ‘ Sen git selamla dedeni Muammer, ben gelmeyeceğim,’ dedim.

Baba ocağına gidip ana babasını gördü Muammer, ellerini öptü, dualarını aldı. Köyün çoluk çocuğuyla helalleşerek yola çıktı. Ayvacık’ın içinde durup bu köyde yaşayan, yakında Hacca gitmeye niyet etmiş olan bir başka yaşlı akrabasını görmek üzere yine durdu.

Onları beklerken Ayvacık’ın yamacından Emirtolu’ya bakan ulu bir çam ağacının altında durup göğsümü akşam rüzgarına verdim. Karşıda Emirtolu, dağlar, dağlar, dağlar… göl ve tekrar dağ. Karşımda gözlerimle görmesem inanmayacağım ölçüde yokluk, yokluğun içinde insanlık, insanlığın içinde incelik…

Dönüş yolunda sordu Muammer,

-Bir ara geniş bir zaman gelip konaklarız değil mi?

-Olur, dedim.

Yalan söyledim…

Emirtolu Yaylası’ndan Anadolu

Emirtolu Yaylası’ndan Anadolu” için bir görüş

  1. BİR ADAM DUSUN
    gectigi dagları yolları insanları caktırmadan kayda gecen ve usenmeden yazıya doken mutavazı bir avkat aslinda anlattıgı iyilikler kendisinde mevcut olacakki her iyiligin farkında cunku iyi olan kendisidir tesekkurler usenmeden gozunun gordugunu kulagının isittigini yazan buyuk yazar avkat
    muammer

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön