Kuru çöl toprağına izzet ve şeref getiren kutlu peygamberin vefatından beş yıl sonra, onun muradını dünyanın dört bir yanına kah yürüyerek, kah hecin develer üzerinde, kah Arap atlarının sırtında taşıyan Hicazlı bedevilerin hepsinin ayakları çıplaktı, hepsinin saçları dağınık, hepsinin karnı yarı aç.. Sırtlarında kaba yünden dokunmuş ak urbalar ve bellerinde eğri kılıçlarından başka hiçbir şeyleri yoktu dünya malı namına. Yürüyor ve secde ediyorlardı. Sıcak kumlara vuruyorlardı ellerini topraklanmak için. Sıcak kumlara koyuyorlardı alınlarını. Soğuk su değmemiş dudaklarında kelamullah, zihinlerinde Habib-i Beşer’in hatırasından başka hiçbir şey yoktu. Yürüyor ve anlatıyorlardı.
-Ölümlüydü alem, içindekilerle birlikte ölümlü… toprak, hani üstü bereketle süslü, altına hazineler gömülü… sonunda yutup toprak edecekti bedenleri. O halde bir yolcu gibi güzergah eylemeli. Durup dinlenmeli ama sahiplenmemeli. Allah o Allah ki varlığı ezeli ve ebedi… Onun katındaydı vaatlerin en güzeli…
Anlatıyorlardı… Dağ doruğundan eriyip akan kar suları gibi anlattıkça çoğalıyorlardı. Yeni sevdalılar takılıyordu peşlerine, ayak izi cılga, cılga patika, patika yol oluyordu. Hepsinin ayağı çıplak, hepsinin saçları dağınık, hepsinin karnı yarı aç…
Kadisiye’de Kisra’nın ordusuyla karşılaştıklarında onlar otuz dört bin kişiydiler. Kimi hecin develer üzerinde, kimi kızıl kısraklara binitli, çoğu yaya, çoğu silahsız otuz dört bin kişi…Vuruşup savaşmaktan ziyade oturup anlatmak isteyen bu yoksul kalabalığının karşısında Sasaniler’in bütün görkemini alıp gelmiş yüz yirmi bin kişi vardı.
Nasıl bir yüz yirmi bin kişiydi o ki, zırhlı filler üzerinde yüzlercesi… Binlercesi zehirli oklarla mücehhez, binlercesi dişine kadar silahlı… Zaloğlu Rüstem’e denk binlerce pehlivanla kıvrak süvariler, zincirlerle birbirine bağlı binlerce piyadeler… Sayısız kös sesi, davul sesi, at kişnemesi, fil homurtusu, köpek uluması, kadın şarkısı… Altın işlemeli urbalar içinde serdarlar, asilzadeler, şahpurlar…
Önce Amir’in oğlu Reb’i’yi gönderdiler o dehşetli ordunun içine. Reb’i, eğersiz bir atın sırtında ilerledi komutan çadırına doğru. Güzergaha döşenmiş ipek kumaşları tanımayan at ürkünce, aşağı indi. Kumaşı yırtıp atının yularına bağladı. Elindeki kargıya dayanarak çıplak ayaklarıyla yürüdü ipek döşeli yolda. Rüstem oradaydı… Altın ve gümüş işlemeli ipek çadırın içinde sırma işlemeli yastıklara dayanmış bekliyordu elçiyi.
Bedevi, çevresindeki ihtişamlı servet karşısında hiçbir şaşkınlık duymayarak dikildi Rüstem’in karşısına. Kargısını toprağa saplayıp oturması için uzatılan kuş tüyü yastığı ayağıyla teperek kuru yere çöktü.
-Neden geldiniz? Dedi Rüstem.
-Sizi dünya darlığından kurtarıp sonsuzluğa taşımak için, dedi Arap.
Rüstem’le ulu serdarları güldü onun bu cevabına…
-Biz miyiz darda olan, ya siz misiniz sonsuzluğun içinden bize bakan? Şu yoksulluğunuza, çıplak ayaklarınıza bakmıyor musunuz?
-Yazık, dedi Reb’i. Yazık bunca yalancı servetin içindeki hayatın sonu hüsran…
Üç gün beklediler. Biri diğerinin yoksulluğunun ürkütücülüğünü, diğeri ise karşısındaki ihtişamının zavallılığını izleyerek üç gün geçirdi. En çok Rüstem korkuyordu karşısındaki sessizlikten. Rüstem ki Zal oğlu Rüstem’in kanını taşıyordu. Sakalı örgülü, sırtı demir elbiseli, kılıcının ucuna yılan zehri sürülmüş bu komutan, ceylan derisine yazılmış kitapların kahramanlarına benziyordu. Fakat korkuyordu karşısındaki sessizlikten. Düne kadar aç develeriyle çölü aşıp gelen, hurma ile arpadan başka dünya nimeti bilmeyen bu kalabalık nasıl inanmış ve nasıl değişmişti baştanbaşa. Gülümsedi zoraki. Dağa vurduğunda dağı bölen süngüsü, demire değdiğinde demiri delen ok ucu, mızrağının temreni, fil ayağı, ateş mancınığı… şu çıplak insan sürüsünü mü dağıtamayacaktı? Aslanların boynunu düşüren kılıcı bu yoksul çöl adamlarının incecik boyunlarını kesemeyecek miydi?
O bu düşünceler içindeyken askerleri bir Arap’ı yakalamış sürükleyerek huzuruna getirmişlerdi. Rüstem Reb’i’ye sorduğu soruyu ona da sordu.
-Neden geldiniz buralara?
Arap alay edercesine baktı Rüstem’in soylu yüzüne.
-Bize vaat edildiniz. Ya size Yaradan’ı bildireceğiz, yahut bize vaat edilen ülkenizi alıp gideceğiz.
-Ya öldürülürseniz? dedi Rüstem.
-Ölen için daha güzel bir ülke vaat edildi bize. Kalanlarımızı vaadin gerçekleştiğini görür…
-Öyleyse bizi sizin ellerinize bıraktı demek kader…
Harf denilen şeyin de ne olduğunu bilmeyen Arap bilgece cevap verdi Rüstem’e.
-Sizi bizim ellerimize bırakan şey sizin kötülüklerinizdir. İnsanlar değil senin karşısındaki ey Rüstem, kader bu kader…
Rüstem öfkeyle sıyırdı kılıcını kınından, o kılıç ki su yerine pehlivanların kanı ile çelikleşmişti. Kaldırdı ve indirdi kılıcını. Arap’ın başı ve incecik bedeni birbirinden ayrılıp düştü iki yana.
Atlas döşeğinin içinde şafağa kadar huzursuz huzursuz kıvranıp durdu. İlerledikçe ezen, çalan, öldüren, ırz ve namusu ayakaltına alan ordusu geçti gözlerinin önünden. Ne çok zulmetmiş, ne çok ah almışlardı. İçi geçti, sızıverdi bir ara olduğu yerde. Rüyasında aydınlık yüzlü üç Arap, kuşandığı silahları sıyırıvermişti belinden. Kılıcını almışlardı elinden. O buna karşı gelmemişti.
Sıçrayarak uyandı, korku iki güçlü el olmuş, boğazını sıkıyordu sanki. İçinde kıvrandığı yatak endişe doluydu, göğsünde tıkırdayıp duran yürek endişe…
Müneccimi çağırdı…
Yıldızlardan mı dökülmüştü yüreğine bu endişe, ki balık burcu suyu bulandırmıştı o günlerde. Yahut çölün içinde bir yaşlı kadın düğümlere mi üflemişti onun için. Bunca yıl savaş alanlarında kanla boyanmışken yüzü, Dağlar ülkesinin vahşilerinden, kayalık kalelerin içine saklı Ermenilerden, ejderlerin üzerinde ok atan Hintlilerden, dünyayı gezen, gezdiği her yeri önünde diz çöktüren Roma’dan korkmamışken neydi onu bu yoksul bedevilerin karşısında ıslak bir köpek gibi titreten…
Balık burcu suyu bulandırmıştı. Nuaym yıldızları güzeldi oysa… Zühre parlak, Mizan mutedil… Merih geçip gitmişti bir süre önce. Yaşlı müneccim huzursuz huzursuz anlatıyordu bunu.
-Evet, koca bir fil ile kedinin kıyası bu, ama yıldızlar kadimden beri süren bir baharın sonuna işaret ediyor. Bu yıldızların hükmüne göre bu kavim bize galip olur… Sırtlarındaki hurma lifinden torbalara doldurup giderler topraklarımızı… Bu devlet batar… Hanedan-ı Sasani, bir sakat su sakasının soyu gibi kesilip yok olur. O taç ve taht nasırlı eller tarafından kırılıp üleşilir. O bahtiyarlığın üzerine binlerce yıl sürecek bir yas çöreklenir kalır. Bundan sonra İran’ın dilberleri siyahlar giyer binlerce yıl… Rüstemler çıplak omuzlarını dikenli kamçılarla döverler. Bundan sonra neşeye dair olmaz bizim şarkılarımız, ‘ah’la başlar, ‘ah’la biter… bir daha santur sesi, def sesi, tel sesi neş’e saçmaz dinleyene. Bundan böyle bizim şarkımız hüzne dair olur böyle biline…
Rüstem, zırhının içine giydiği ipek gömleğinin terden ıslandığını hissetti.
-Ne yapalım müneccim? diyebildi.
-Yapacağın hiçbir şey ezelde yapılmış takdiri değiştiremez Ey Rüstem… Ağlayalım İran’ın haline… Kavrulan yüreğimizin kokusunu savuralım Sasani ülkesine. Bundan sonra yükselen her yıldız Arap’ın olsun… İran tahtının hanümanı söndükten sonra varsın alemde Ebu Bekir ile Ömer’in adından başka ad kalmasın… bahtiyarlıktan nasip onların olsun…
Rüstem başını kaldırıp yıldızlara baktı tekrar.
-Orada, gökyüzünde mi yazıyor bütün bunlar?
-Orada gökyüzünde yazıyor bunlar ey Rüstem…
Rüstem örgülü sakalını yoldu, demir zırh giyinmiş göğsüne vurdu.
– Sıyırdım bu cihan sarayından gönlümü artık. Zira vakit daraldı. Bundan sonra Şehriyar benim yüzümü göremeyecek. Kumlara bulanacak yüzüm gözüm, göz pınarlarıma kumlar dolacak. Kadisiye kabrim olsun, şu demir zırh kefenim…
Sabah vuruşma başladı ve dört gün sürdü. Dördüncü gün bir katırın gölgesinde buldular Rüstem’i. Akşam güneşi batarken Sasani ordusundan kalan silahlar ve zırhlar dağlar halinde yığılıp üleşildi. O güne dek görmedikleri zenginliklere arkalarını dönüp akşam namazına durdu Araplar. Rüstem’in kumlara karışmış başı atıldığı köşeden durgun bakışlarla izliyordu onları.
Yenilgi haberi birbirinin sesini duyacak mesafeye yerleştirilmiş ulakların sesinden Yezdkerd’in Medayin’deki sarayına ulaştırıldı. Genç hükümdar yanına ailesini alıp o gece çıktı Medayin’den.
Zilhicce ayının ortasında Arap ordusu Dicle nehrinde atlarını sularken karşılarında yükselen Medayin kentini hayranlıkla izliyorlardı. Masallarda duydukları, Yahudi yaşlılardan, yorgun seyyahlardan defalarca dinleyip gerçek olduğuna inanamadıkları şehir karşılarındaydı. Dicle’nin batısındaki Erdeşir ile doğu kıyısındaki Kusa, üzerine gökten altın zerreleri yağmışçasına pırıl pırıl parlıyordu. Şah’ı kaçmış şehrin mahalleleri kağıttan engeller aşılırcasına aşıldı İslam ordularınca. Birkaç saat sonra beyaz taşlardan inşa edilmiş surlar içinde yükselen Eyvan-ı Kisra’nın içi ve dışı tekbir sesleriyle çınlıyordu.
İslam askerlerinin ayakları o gün Kisra’nın sarayına döşeli ipek halılara bastığında bunun ne olduğunu anlayamamışlardı. Çimen miydi bu, çayır mıydı… Gökyüzü müydü yürüdükleri zemin yoksa bulutların üstü mü? Bir kadının göğsü müydü ayaklarıyla çiğnedikleri, yoksa bir dilberin saçları mı?
O gün Müslümanlar mukaddes kitaplarda anlatılan cennetin nasıl bir yer olabileceğine dair fikir edinmişlerdi. İşte buydu altlarından ırmaklar akan cennetin dünyadaki timsali. İşte buydu Adn Cenneti’nin bahçeleri. Burası böylesine görkemliyse ya neydi Firdevs dedikleri?
Dağ yığınları halinde altın ve gümüş döküldü sarayın orta yerine. Elmaslarla süslenmiş Taht-ı Kisra’nın üzerine çıktı deve çobanları. Yığınla erzak ki nev’ini bilmedikleri kadar çeşitli. Yığınla ipek ki evvelce parmaklarının tanımadığı kadar kıymetli… Yığınla silah ki kılıçlar Nuşirevan’ın, Hüsrev’in, Hürmüz’ün, Kubat’ın, Firuz, Hirakl ve Hakan’ın. Ve Melik-i Hind’in ve Melik-i Çin’in ve Melik-i Sind’in… Zırhlar ise Hirakl’ın, Behram’ın, Rustem-i Zal’ın… Dahası Siyavuş ile Numan’ın…
Sonra Kisra’nın üç bin cariyesi geçti önlerinden. Kimi siyah, kimi sarı saçlı, kimi kızıl kimi esmer tenli, kimi kar beyazı kimi gece karası üç bin cariye. Kisra’ya şarkı söyleyen kız çocukları, ona şarap sunan kadınlar, onu ıtırlayanlar, onu giydirenler, onu yıkayanlar…
Sa’ad’ın ordusu inanmış ve ayaklarının altına almışlardı dünyanın servetini. Şimdi inançları karşısında altının ve gümüşün, silahın ve servetin acziyetini şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Gördükleri zenginlik karşısında tekbir getiriyorlardı. Allah’ı anıyor ve aciz kulların görkemine bakıp Rablerinin ihtişamını hatırlıyorlardı.
Dört yanı altmış arşın uzunluğundaki halının üzerinde gezip ayaklarıyla bastıkları zeminden bir dilberin teninden haz alırcasına haz aldılar. O halı ki saf ipekten düğüm düğüm dokunmuş, atkısı zerden, çözgüsü simden… Her nakşına dikili ayrı bir inci mercan, üzerine işli ağaç motiflerinde elmaslar, yakutlar parlayan Cay-i bahar… ki onun üzerinde genç Kisra kimi dem dilberlerle kimi dem dilaverlerle işret ederdi.
Arab’ın otuz bin kişilik ordusu o servet ü semandan taşıyabileceği kadarını yanına alıp döndü geldiği yere. Cay-i bahar seksen deveye bağlanıp götürüldü.
Bu son seferiydi asakir-i İslam’ın… Onların kazancı, kendilerinden sonra gelenlerin kaybı oldu en çok. Bu seferden sonra Allah rızası için yola çıkmaktan vazgeçti inananlar. Artık anlamışlardı ölümden sonra vaat edilen cennet, iktidar ve servet sahipleri için dünyada zaten vardı. Uğruna ölünecek tek şey iktidar olmalıydı. Uğruna öldürülecek, ama ölünmeyecek… Uğruna kanlar dökülecek, Evlad-ı Resul’ün biri kesilecek, biri zehirlenecek. İktidar uğruna yalanlar söylenecek. Cenneti uman zavallılar o uğurda cepheden cepheye sürüklenecek… Adını bilmediğin diyarlarda adını bilmediğin insanların eceli olacaksın… Sonuç olarak ak duvarlı Medayin’e girilecek, ipek halılar üstünde yürünecek, tahtlar üstünde diğer insanlar seyredilecek… Altın ve gümüş yığınları yükselecek önünde. Üç bin cariye gelip geçecek… sen kitaplarda yazan muhtemel cenneti anlatıp kandıracaksın insanları, insanlar senin iktidarın için ölecek…
Bak… Bin senedir aynı şeyler oluyor. Allah rızasına dönüyor insanlar aydınlık yüzlerini, bir kaçı bir araya gelip ona doğru yürüyor. Yolun sadeliği ve zevki ile sermest oluyorlar. Sahip oldukları şeyler azaldıkça hızlanıyorlar. Yürüyorlar… İlerledikçe bırakıyorlar ceplerindeki taşları, sırtlarındaki yükleri. Bir şeylere sahip olmak ilerlemeyi zorlaştırıyor çünkü. Sahip olacaksan dostlarının yüreklerine sahip ol. Sahip olacaksan senin için dua edecek bir anneye sahip ol. Kahkaha atan çocukların olsun, peşinde yürüsünler. Ama onlara da bir eşyaya sahip çıkıyormuş gibi sahip çıkma. Yorulduğunda başını göğsüne dayayacağın bir eşe sahip ol. Bir gölgeliğe sığınır gibi sığın onun kolarına. O sana örtü olsun sen ona… Kollarına girip yürüyeceğin dostların olsun sonra. Bil ki onlar olunca yol daha güzel…
İlerliyor ve bir süre sonra soldaki küçük tabelayı görüyorlar. ‘İKTİDARA GİDER’… Büyük kısmı hiç düşünmeden sapıyor o tarafa… Boş kasabalardan, metruk mescitlerden, ot bürünmüş mezarlıklardan geçen patikaya giriyorlar. İlerledikçe karınları acıkıyor, yol kenarındaki ağaçların meyvelerinden koparıyorlar sahibini sormadan. Yolda kendilerine şık elbiseler uzatan bezirganlara rastlıyorlar. Para almadan geçiriyorlar üstlerine elbiseleri. Kıyafetleri güzelleştikçe yüzlerinin aydınlığı sönüyor. Kulakları daha iyi duyuyor ama kalplerinin sesi kısılıyor.
Önce utanmayı, sonra sevmeyi unutuyorlar. Yürüdükçe topuklarına, dizlerine, sonra bellerine kadar çamura giriyorlar. Birbirlerinin çamurunu yalayarak temizliyorlar. Çalılardan mazeret meyvesi topluyorlar ve küçük menfaatler buluyorlar… Çakallarla, kurtlarla arkadaş oluyorlar. Ardından tırnakları pençeye dönüyor, gözleri timsah gözüne, ayakları toynak oluyor, burunları büyüdükçe büyüyor, mideleri genişliyor, genişliyor… Artık Allah rızasından bahsetmez oluyorlar. Yol kenarında durup, her gelip geçeni kuytulara çeken yaşlı fahişeler ısırıyor onları boyunlarından… Üstleri başları kan kokuyor. O kokuyla sarhoş oluyorlar, yaşlı fahişeler onları şehvetten sermest ediyor. Kudurmuşçasına sevişiyorlar, işkenceye dönüyor sevişmeleri, acı ile hazzı ayıramaz hale geliyorlar.
Yürüdükçe bitmiyor yol. Gökyüzü bakır rengi oluyor, dallardan yılanlar sarkıyor. Birbirlerini boğazlıyorlar. Hüseyin’i kesiyorlar, Beyazıt’ı boğuyorlar, Genç Osman’ı buruyorlar… Unutuyorlar ne için yola çıktıklarını. Ve sırayla ölüyorlar. Yola devam ediyorlar. Düşeni bırakıyorlar olduğu yerde, sonra akbabalar üleşiyor ölülerini. Yerlerini başkaları alıyor onlar öldükçe. Her ölünün ceplerinde zehirli yemişler, solucanlar, akrepler bulup paylaşıyorlar. Bin senedir böyle sürüp gidiyor yolculukları. İktidara giden patikaya sapmayan adamlar var ya… yürüdükçe kocayan, yüzünün ışığı artan, şarkıları daha coşkuyla söyleyen ve azık torbalarındaki ekmeği birbiriyle paylaşanlar… onlar yürüdükçe Allah meleklerine diyor ki; ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!’