Ermeni Konferansının depreştirdiği bir acı
İnsan geçmişe ait hatıralar ve gelecek kurgusundan ibaret biraz da. Nereye giderse gitsin geçmişinden kurtulamıyor, yarına dair ümidini yitirdiği zaman da onu yaşama bağlayan hiçbir bağ kalmıyor. Ruslar ” En son ümit ölür!” diyorlar. Bu söz hayatı o kadar güzel özetliyor ki.
Yıllar önce Türkiye siyasetinin en önemli isimlerinden biri olan Ecevit, yaşam öyküsünü anlatmak üzere Uğur Dündar’ın hazırladığı bir Televizyon programına davet edildiğinde ‘geçmişe dönük yaşamaktan hoşlanmadığını’ belirterek reddetmişti bu daveti. Aradan yıllar geçti ve siyaseti bırakan Ecevit, geçmişe dair beyanlarıyla gündem oluşturdu. Onun, soyunun sarayla olan ilişkilerine, etnik kökenine, eski imparatorluk coğrafyasına dağılmış olan akrabalarına ilişkin açıklamalarını okuduğumda yıllar önce davet edildiği programı hatırladım. Keşke dedim, keşke o zaman anlatsaydı bunları. Memleketine asıl hizmeti belki bu şekilde yapardı.
. . .
Şimdi birileri bizden geçmişimizi sorgulamamızı istiyor. Bu kez bizim geçmişe dönük yaşamayı sevmediğimizi ileri sürerek geçmişimizden kaçma şansımız yok. Üzerinde yaşadığımız topraklar tarihinin en büyük siyasi, sosyal ve kültürel kırılma çağını yaşıyor. Yaklaşık bin yılın biriktirdiği gerilim, bütün kutsalları sarsıp tüm dinamikleri yerinden oynatırken kendisini popülist gelişmelerin dışında tutup olup bitene daha kapsamlı bakmayı becerebilen küçük bir kitle, yaşanılan hızlı değişimin sarsıntılarını hissetmeye başladı bile. Kısa bir süre içerisinde feragat ettiklerimizin çoğu düne kadar vazgeçilmezlerimizdi. Farkına varmadan benimsediklerimiz ise düne kadar düşmanlık ettiklerimiz. Bu kez her şeyden önce insaflı bir şekilde sorgulamalıyız geçmişi. Önce insaflı, sonra akıllıca. Geçmişi akıllıca değerlendirmek gayeti, tarihi politikanın ellerine teslim etmek anlamına geldi şimdiye dek. Bu kez politik kaygılardan uzaklaşıp geriye bakmalıyız. Aksi halde yıktığımızı sandığımız her tabunun yerine bir başka tabu oturtacağız.
Geçtiğimiz günlerde yapılan Ermeni Konferansı geçmişle hesaplaşmak adına atılmış bir insaf adımıydı her şeyden önce. Keşke on yıl önce böyle bir konferans düzenlense ve geçmişin canlı tanıkları dinlenseydi. O zaman tarihi istatistiklerde belirtilen ölülerin rakamlar olmadığı, onların her birinin birer hayatı olduğu ve her sayının sönen bir hayat ve yıllar süren acılar anlamına geldiği görülürdü. Bir zorlamanın, bir politik zorunluluğun etkisiyle yapılmamalıydı bu konferans. Halk, geleceği kurgulamak için yapmalıydı bunu.
Geçmişimizde sorgulanması gereken daha bir çok tabu var. Tabuları Kürt ve Ermeni tabuları olarak sınırlamak doğru değil. Türkiye’nin tartışması ve gözden geçirmesi gereken büyük ölçüde siyasetin belirlediği bir tarih anlayışı vardır. Mısır’ın fethi, hilafetin devralınışı, zafer olarak sunulan savaşlar bunların her birinin bilimsel gözle yeniden incelenmesi bizim yaşadığımız topraklardaki yarınımızı belirleyecektir.
Ermeni Konferansı resmiyette ne gibi etkiler yapmıştır zaman gösterecek fakat bu konferansın gündemini oluşturan konu bir çok bireyin geçmişini sorgulamasına yol açtığı şimdiden söylenebilir. Bu konferansın konusu olan trajediye dair ailemin vicdanını seksen yıldır acıtan bir anıyı aktarmak bu tabunun bir başka açıdan sorgulanmasına katkıda bulunur ümidindeyim. Bu anı, 1915 öncesi ve sonrasında yaşanılanlara dair söylenilenlerin, yazılıp çizilenlerin ne kadar eksik olduğunu ortaya koyar bir nitelik taşımaktadır kanısındayım.
Ailem 1864 tarihli Büyük Çerkes sürgünü öncesinde de İstanbul’dadır. Aile Aksaray’da Yeşiltulumba sokakta ikamet etmektedir. Büyükbabamın büyükbabası Galata Gümrüğü meyve-i huş gümrüğü katiplerindendir. Onun oğlu olan Mehmet Halis Bey’in 1910’lu yıllarda taşraya tayini çıkar. Kızı Remziye evlenmiştir. Onu İstanbul’da bırakır, oğulları Mehmet Nurettin ve Mehmet Muhlis’i yanına alıp eşiyle birlikte o yıllarda Anadolu’nun en uzak şehri olan Erzurum’a Posta Müdürlüğü yapmak üzere gelir. 1900 (Rumi 1317) doğumlu olan Mehmet Muhlis benim büyükbabamdır ve o yıllarda onlu yaşlarını sürmektedir.
1915 yılı tüm Anadolu coğrafyasında olduğu gibi Erzurum’da da Ermeni tehcirinin yaşandığı yıldır. Erzurum’u terk eden Ermenilerden bazıları çocuklarını komşularına emanet ederken yakınları ölmüş olan bazı çocuklar da şehir eşrafı tarafından yetiştirilmek üzere teslim alınır. Şehrin Ermeni sanatkar ailelerinden biri de bu olaylar esnasında öldürülür ve aileden sadece üç dört yaşlarında bir kız çocuğu kurtulur. Yüzlerce kader ortağı gibi bu kız çocuğu da ortada kalır. Mehmet Halis Bey ailesini tanıdığı bu kız çocuğunu evlatlık olarak yanına alır ve ona İstanbul’da bıraktığı kızının adını verir. O artık posta müdürünün kızı Remziye’dir.
Aileye katılan bu yeni fert en çok evin en küçük çocuğu olan büyükbabamı sevindirir. Remziye onun için iyi bir oyun arkadaşıdır. Mehmet Muhlis onunla birlikte yer içer, onunla birlikte oynar.
Bu birliktelik bir yıl kadar sürer. Günbegün yaklaşan Rus ordusunun önünde önce Kars ve civarı, ardından Erzurum göçmen olur. Müslim şehirliler yükte hafif pahada ağır eşyalarıyla birlikte Anadolu’nun içlerine doğru göç yoluna çıkarlar. 1915 yılının sonlarında Erzurum aşağı yukarı tamamen boşalır. Posta idaresi çalışanları ise muhaberat görevinden dolayı şehri en son terk edecek olanlar arasındadır. Düşman hızla Erzurum’a yaklaşmaktadır ve Mehmet Halis Bey eşyalarını hazırlamış, kendisine görev yerini terk et emrinin gelmesini beklemektedir.
Ruslar Erzurum’a 1916 şubatında girdiğine göre bir şubat günü olsa gerek, Mehmet Halis Bey’e iki er ve iki at tahsis edilerek görevi bırakıp derhal Erzincan’a doğru yola çıkması emri gelir. Büyükbabam ve abisi anneleri tarafından uyandırılır. Atlar hazır durumda beklemektedir ve en kısa sürede yola çıkmaları gerekmektedir. Büyükbabam odayı ısıtan tandırın yanında uyumakta olan Remziye’yi kucağına almak ister, bir de onun yanında uyumakta olan küçük köpeğini. Annesi elinden tutar, ‘sadece iki at tahsis edildi ve benim kurtarmak zorunda olduğum dört can var, biz o çocuğun soydaşları tarafından kovalanıyoruz. Onu taşıyamam, onu başıma bela edemem. Şehri alacak olanlar onun soydaşlarıdır. Bırak kalsın’ der. Büyükbabamı elinden tutup sürükler.
Tandırın başında uyurken bırakırlar Remziye’yi. Atlarına atlayıp Erzurum’un Şubat soğuğunda yola çıkarlar. Erzincan yakınlarına kadar onlarla birlikte gelen iki asker yol üstünde bir köyde konuk olurlarken onları bırakıp kayıplara karışırlar. Giderken yanlarında sırtı değerli eşya yüklü atları da götürürler. Mehmet Halis Bey’in eşi Cevriye Hanım’ın elindeki giysi bohçasının içinde bir lamba şişesi ve bir makas kalır eşya namına.
Erzincan’da kısa bir süre ikametten sonra Mehmet Halis Beye yeni görev yeri olarak Sivas gösterilir. Mehmet Halis Bey Sivas’ın kuzeyinde Sulusaray adlı bir nahiyenin müdürlüğünü yaparken tifo salgınından ölür. Cenazesi o bölgede bir Çerkes köyüne defnedilir.
Yıllar sonra babasının görevini devralan Mehmet Muhlis, Erzurum’a gider ve Sultaniye Mahallesindeki evlerini ve küçük Remziye’yi arar. Evin yerinde bir yangın enkazı bulur fakat Remziye’nin ne ölüsüne, ne dirisine rastlar.
Acı olan o ki, İstanbul’daki ablası Remziye’de o devrin tozu dumanı arasında kaybolmuştur. Tıpkı Erzurum’da tandırın başında uyurken bırakılan küçük kız kardeşine ulaşamadığı gibi öz ablasının izine de ulaşamaz büyükbabam.
Tokat’ta bir Çerkes köyünden kaçırdığı babaannemle evlenir ve bu evliliklerinden bir kız çocuğu dünyaya gelir. Büyük babam ona Remziye adını verir. Yitirdiği iki Remziye’nin yerine onu koyar. Aradan yıllar geçtikten sonra bile unutamaz onu. Çakırkeyf olduğunda durup birden gözleri yaşarır. ‘Erzurum’da, Sultaniye Mahallesinde içi köz dolu tandırın başında uyurken bıraktım Remziye’yi. Duvarda saat tik tak işliyordu. Remziye’nin ayak ucunda bir köpek yavrusu uyuyordu. Tandır sönmüştür, oda soğumuştur, köpek uyanmıştır, Remziye acıkmıştır. Ah annem ! çorbaya bir tas su da Remziye için katsaydık ne olurdu!’