Yine sel aldı Silivri’yi, ama bu sefer diğerlerinden farklıydı. Bu sefer geldi, can aldı. Aldığı canlar kim bilir kimin yari idi.
Bu sefer beni hakikaten ürküttü, böylesini görmemiştik, böylesine şahit olmamıştık. Saatler boyu gök delinmişçesine fasılasız yağan yağmur, koca şehri derleyip toparlayıp önüne kattı. Arabaları denize gark etti. Pencere önlerinde ürpererek izledik olup biteni. Dünyanın sonuna şahit oluyorduk sanki. Oysa vakit ramazan… gözümüz, gönlümüz, midemiz yasaklı….
Hava suskunlaşır suskunlaşmaz arabayla çıkıp gidebileceğim her yere gittim. Selimpaşa köy içi ve yazlık kıyılarda ürküntü verici manzaralar vardı. Yaz sabahları işe giderken durup çay içtiğim, önünde denize girdiğim Selimpaşa’daki kır kahvesine gidip çamur rengine bürünmüş denizi izledim. Masalar, sandalyeler, güneş şemsiyeleri ve arabalar suya gark olmuştu. Selimpaşa’dan Silivri’ye dönerken arabaların da ağaçların tepesine çıkabileceğine şahit oldum.
Silivri’de ise önce Şuayip Abi’nin çay bahçesine baktım. İlk bakışta ciddi bir sorun görünmüyordu, çay bahçesinin önünden denize başımı çevirdiğimde farklı bir manzarayla karşılaştım. Görüntüdeki eksikliğin ne olduğunu nice sonra fark ettim. Palmiyeler devrilmişti.
Neva Çay bahçesine ise yaklaşmak mümkün değildi. Bizim sevgili Bayram’ın Diyarbakır’da olmasını fırsat bilip, yaz akşamları oturduğumuz armut minderleri, tahta masaları denize sürüklemişti sel. Kale ne oldu, yazlıklar ne oldu bilmiyorum.
Konutlar bölgesinden hiç bahsetmemeli. Selin önünde sürüklenen çamur katmanı evlerin içine girmiş, büfeler, arabalar, koltuk kanepe ne varsa dere yatağında akıyor. O korkunç görüntünün içine girmeye cesaret edemediğimden çevirdim yolumu.
Selden zarar görenler de görmeyenler de öfke içinde. Kimisi hükümeti, kimisi belediyeyi, kimisi Tanrı’yı sorumlu tutuyor. Halkın değer yargılarının halkın irfanının ve görgüsünün ne kadar aşındığını ortaya koyuyor duyduklarım. Top sakallı, tenis şapkalı, göbekli bir adam Türklüğe sövüyor, yanı başındaki doğulu aksanlı fakat Trakya tavırlı adam ona onay veriyor. Üstünden başından Azerilik akan bir kadın başbakana ileniyor, arabasını temizlemeye çalışan tanıdığım bir genç belediye başkanının şahsına… Herkes kendisini istisna edip başka herkesi suçluyor.
E-5’ten Konutlar bölgesine dönemediğim için Maksi yönüne devam ettim. Sol tarafta Mimar Sinan köprüsü yağmura tutulmuş bir kız gibi mahcup duruyordu. İşte aslında her şeyin karşılığı burada, işte suçun kimde olduğunu hal diliyle söylüyor köprü.
İşi öyle yapacaksın ki, beş asır sonra da asli fonksiyonunu icra edecek. Nuh tufanı olsa yaptığın köprünün kilit taşı ıslanmayacak. İş yapılınca beş asır sonra sana bakan akıl sahipleri kendilerinden utanacak.
Öngörüsüz işlerin adamıyız.
Kim suçlu?
Dört bin senedir yerleşim yeri olan Silivri’de tarih boyunca taş üstüne taş konmamış dere içine bilmem kaç bin konut diken yöneticiler sorumlu. Dolayısıyla onları seçen, seçtiği kişiyi kontrol edemeyen, oy verip seçtiği adamın önünde ceketini ilikleyen bizler sorumluyuz.
Maddi vakıanın sebebi Trakya içlerine yağan yağmurun deşarj olduğu Silivri Çukurunun . (Şimdiki Konutlar bölgesi) 1980’li yılların sonunda yerleşime açılmasıdır Ben bu kasabanın çocuğuyum. Şu an su baskınına uğrayan bu bölgenin sazlık olduğunu, bataklık olduğunu dün gibi hatırlıyorum. Buralarda yerleşim yeri açmak için dere yatağını daraltmanın nelere mal olacağını o zamanlar belediye yönetiminin 2. adamı olan şimdiki belediye başkanımız, bu bölgede çobanlık yapmakta olan eniştesi Hayrettin Aga’ya sorsa idi cevap alırdı.
Bu bataklık bölge konut alanı yapılmayıp geniş spor alanlarıyla, yürüme parkurlarıyla doldurulsa idi, yerleşim bu vadinin sağında ve solundaki yamaçlarda gerçekleştirilse idi, düşünün Silivri nasıl bir kent olurdu.
Hangi akla hizmet edip buraları yerleşime açtılar. Buralar yerleşime açıldığında bir tek aklıselim çıkıp suyun önünü kapamanın nelere mal olacağını söylememiş mi? Dört bin yıllık yerleşim yeri olan Silivri’nin bu bölgesinde neden şimdiye dek taş üstüne taş konmamıştır?
Bunları birinin söylemesi gerekiyor. Bırakın beş asrı o konutların yirmi yıl daha orada durma ihtimali yoktur. Bundan on yıl sonra Konutlar bölgesinin kamulaştırılması gündeme gelecektir. Yapılışının üzerinden on yıl geçmeden İzmit’te olan deprem ile hasara uğrayan bu binaların her biri kaldırılacak, onca moloz kim bilir nereye dökülecek de bu bölge temizlenecektir
Şimdi Tanrı saklasın Silivri merkezli 5 şiddetinde bir deprem olsa (dilimi ısırarak söylüyorum) yaşanacak can kaybını düşünmek bile istemiyorum. O zaman mı gündeme gelecek buraları kimin yerleşime açtığı, buraları kimin heyula binalarla doldurduğu… O zaman mı aranacak Silivri’nin Veli Göçer’inin kim olduğu?
Bu işler olup biterken buraları yerleşime açan aklı evveller bir huzurevi köşesinde çorbalarını döktükleri için bakıcıdan azar işitiyor olacaklar. Biz hala hatanın kimde olduğunu arıyoruz. Aynı zihniyeti oylarımızla iktidara getiren biz değil miyiz? Onlar yüz yıl boyunca buralarda yönetici olsalar burunlarının ucunu göremeyecekler. Çünkü bu görüş açısına sahip olmalarını sağlayacak donanımdan yoksunlar. Ainesi iştir kişinin ya… işte öyle.
Kabahat onlarda mı bizde mi?
Yaşanan felaketin sorumlusu kim? Ne başbakan, ne belediye başkanı, ne de Tanrı. Olup bitenin sorumlusu bütünüyle biziz.
Bunları birilerinin söylemesi gerekiyor, hastanenin yeri de yanlış seçilmiştir.
Silivri Cezaevi gaflet ve dalaletin de ötesinde bir yanlışlıktır.
Pazariçi’nin neden yıkıldığı, o iş hanının neden inşa edildiği Silivrililer tarafından sorgulanmalıdır. Zamanaşımı ile maluldür ama ders alınacaktır hiç olmazsa.
Bırakın beş asrı, elli yıl sonra buralardan geçen insanlar bu yapıları göremeyecektir, ama Sinan’ın köprüsü yine yerli yerinde duracaktır. Yine yağmura tutulup eteklerini kaldırmış bir kız gibi mahcup gülümseyecektir.
Doğruyu ifade edince İsa’ya da Musa’ya da yaranamıyoruz. İsa da Musa da işine baksın. İnsanlar ölüyor, ortaya çıkan maddi hasarın haddi hesabı yok, hiç kimse dönüp ben kırıldım demesin. Türkiye’nin en güzel köşelerinden biri, memleketin en mutena yeri olabilecek bir diyar elli yıllık idari gayret neticesinde mezbeleliğe döndü.
. . .
Üstad-ı muharriran Çetin Altan’ın deyimiyle “enseyi karartmayalım” güzel şeyler de oldu sel felaketi yaşanırken. İlk gece elektrikler yoktu. Siteden dışarı çıkamıyoruz, yollar su altında. Evde mum ışığında oturduk. Benim küçük Enis Dahe’m ikide bir muma üfleyip ellerini çırparak “İyi ki doğdun” şarkısını söyledi. Hiç yüksünmeden yeniden yaktım mumu. O üfledi ben yaktım.
Kızıma yeni bir masal uydurdum. Bu arada telefonum aralıksız çalıyor. Eş dost ne olup bittiğini merak ediyor, bizi soruyorlar.
“Çerkes mahallesi tepelik yerdedir merak etmeyin, bizde bir şey yok,” dedim onlara.
Alıştığımız üzere Silivri’yi her sel basışında beni arayıp halimi hatırımı soran Düzceli Basri Amca, bizde bir zarar olmadığını öğrenince “Yediklerin şifalı, sevdiklerin vefalı olsun” diye dualar etti. Başka kimler aradı… Horhor’daki Ozanlar Kıraathanesi müdavimlerinden Teşkilat Refik Amca, “Ziyaret için teşrif edecek olursanız kütüphanem emrinize muntazırdır” dedi. İstanbul’dan yar-i sadık’ım Koç’as Şahin Arıkan saat başı arayıp suyun seviyesini sordu. Fatih eşrafından Sazlıbosnalızade Ali İlkbaş, sel felaketinin Kürt açılımına muhtemel etkilerini başlıklar halinde sıraladı. Yüreğimin Yozgat’ta kalan yarısı Şerif Ağabeyim aradı. “Kardeşim” dedi, “Nasılsın kardeşim…” Kazakistan’daki ahretliğim Abdülkerim aradı. “U vas problema est bratişka?” dedi. Suriye’den bir diğer ahretliğim Ramazan aradı. “Allah yen’am aleyk ya Abu Enis” dedi. Karamürsel’den Nevin İnaç… Ankara’dan Kurmel Çetin Gürdal. Üsküdar’dan Nart Tamzouk, Hatay’dan Dostum Vasi Köse ve daha bir sürü dost.
Yine yağacakmış, yağsın varsın. Ben de oturup Silivri’de sel başlıklı yeni makaleler yazarım. Riyaset sarı çizmeler giyip kameraların karşısına geçsin. Sabri Bey güzel bir plak hediye etti bana. Bugünlerde onu dinliyorum. Bir de Lübnanlı sanatçı Elie Karam’ın Baadima adlı parçası… yağmur eşliğinde kulağa öyle güzel geliyor ki.
Av. Hulusi ÜSTÜN
:))) hem güldüm, hem üzüldüm. Traji-komik bir hikayeyi ne de güzel melodram tadında anlatmışsın üstad. Kalemine sağlık…