“Öleceğim galiba!” diyordu. Kariye civarının tanış biliş esnafına hayırlı sabahlar der gibi rahat bir ses tonuyla, çocuklarına sitem eder gibi, bir İstanbul türküsünün nakaratını mırıldanır gibi söylüyordu bunu. “Öleceğim galiba, eş dostla muhabbet ederken vedalaşır gibiyim…”
Ölüme gülüyordu, çocuğunu izleyen bir baba şefkatiyle aydınlanıyordu ışıltılı yüzü. Ölümü özlüyordu. Allah diyordu, Resul diyordu, eren, evliya, ecdât diyordu.
Bu gün ölmüş… Bir hastane odasının penceresinden bu susuz, bu cehennemî sıcağın içine düşmüş bir kar kelebeği gibi kanatlanmış ruhu. Cânım boğaz sularında bir vapurun köpüğüne değip serinlemiş, sonra saray burnundan Haliç’e dönmüş. Her bir minarenin ucundan son kez hayran hayran seyretmiş İstanbul’u. Sonra Eyüp Sultan’da yeşil Çınar dallarının arasında sır olmuş.
Gönül gözü açık bir derviş onu nur hûzmeleri içinde gökyüzüne yükselirken görmüş. Şadırvanda serinleyen bir yaşlı amca yanıbaşında abdest alan bıyıkları yeni terlemiş gence sormuş.
“Evlat bugün kim ölmüş…”
Bugün İstanbul ölmüş… Bugün Eyüp Sultan ölmüş… Bugün Haliç’te bir martı ölmüş. Bugün Nusret Özcan ölmüş…
Gazi Emin Efendi gibi İstanbul’u seyrederken son bir kez şahadet getirmiş, Şahâdet ederim Allah’dan başka ilâh yok, şahâdet ederim adı güzel Muhammet onun kulu elçisi… nur sakalları kımıldanmış, tütün rengi gözleri buğulanmış. Onun ölümüne denizdeki balıklar, gökyüzünde sahipsiz kuşlar, boyacı çocuklar, hamallar, İseviler, Museviler, Müslümanlar ağlamışlar.
Ölümünden kimsecikler haberdar olmamış. Gazetede resmini gören küçük bir kız gülümsemiş. Mahalle bakkalı “Bizim Nusret Abi’nin resmi de ne geziyor buralarda? Demiş. Vaktiyle dudağının değdiği bir bardağı dudağına götümüş bir genç kız Marmara Kafe’de. Marmara Kafe yetim kalmış, Çorlulu Alipaşa tenhalanmış. Divan yolunu, Sultanahmet’i, Cağaloğlu’nu, Firuzağa Camisini bir bulut gölgelemiş. Balat’ta bir çingene görmüş olup biteni, kara gözlerinden boşalan ığıl ığıl yaşlar ile ıslatmış yanaklarını. Nusret Özcan’ı hiç kimse o çingene genci kadar anlamamış.
İşte şimdi, işte bu gece, işte bu Cuma akşamı, şahadet ederim ki kıyamete beş kala bu koca şehrin en has adamı, bu koca şehrin en babacanı, bu koca şehrin şehirden büyük yüreğinde bu şehrin her insanını saklayan ulu çınar devrildi. Ahir zaman velvelesine karıştı zelzelenin sesi. İza zül ziletül ardu zilzalehe… onun ameli miskal miskal tartıldı. Ak sakalı, delikanlı yüzü, zarif elleri, vird ehli parmakları ile mahcup mahcup durdu terazi başında. Divanyolunun aynısı bir yoldan iki yanı İstanbul yüzlü insanlarla çevrili bir yoldan, ulu çınarların altından, camii gölgelerinden geçip Cennet-i Ala’ya vardı.
Nusret ona, hezimet bize kaldı.
İşte şimdi, onun olmadığı bu dünyada Şeyh Galip misali feryad ise bize düştü. Ona yar olanlar ağlasın, çünkü onun gibi yar olacak hiç kimseler kalmadı. Ona ağyar olanlar ağlasın çünkü bu dünyada dosttan yana nasipleri hiç ama hiç olmadı.