Varlığı İstanbul’la eş anlamlı olan dostlarım var benim. Boğaz onlarla güzel, bir kıyı kahvesinde denizi seyretmek onlarla keyifli. Kanlıca’da mehtap seyretmek, Çamlıca’da çay içmek, Piyer Loti tepesinde serinlemek onlarla hoş.
Onlar İstanbul hanımefendisi, İstanbul beyefendisi denince akla gelen kişiler. Onlar elinden dilinden kimsenin zarar görmeyeceği, nerede olurlarsa oraya ışık götüren güzel insanlar. Bunlardan biri de benim dünya ahret ortağım, can kardeşim.
Fakültenin ilk günlerinde tanıştık onunla. Başlangıçta o günlerde tanıdığım onlarca okul arkadaşından birisiydi. Yıllar hepsini teker teker eledi. Bir çoğuyla adliye koridorlarında karşılaştığımızda birbirimizden selam esirger olduk. Kimileri ile de karşı saflardaydık, mektep bitti, hayatın gerçeği saflarımızı darmadağın etti ve biz onlarla can ciğer dost olduk. Anladık ki dostlarımızı savunduğu siyasi görüşe, kıyafetine, okuduğu gazeteye göre seçmekle halt etmişiz. Gençlik de halt etmenin çağı imiş.
Orta Anadoluluydu, fakat gerçek bir şehirliydi. Halinden tavrından görgülü bir ailenin çocuğu olduğu ve özenle yetiştirildiği belli oluyordu. Ölçülü, güleç yüzlü kibar bir insandı. Dostluk ilişkilerini saygı temelli yürütmeyi becerebiliyordu. Diğer arkadaşlarımla haytalık ederken onunla on sekiz yaşın derin tecrübelerini paylaşıyorduk. O Türk Sanat Müziğine meraklıydı. Adını duymadığım hanendelerden, bestekarlardan, icracılardan bahsediyor ve sıtma görmemiş Orta Anadolulu sesiyle boğazı, mehtabı, enginlikleri, adaları anlatan İstanbul şarkıları söylüyordu. Öğrencilik yılları boyunca onunla yurt odalarını, öğrenci evlerini paylaştık, vize sonuçlarına, final ilanlarına beraber üzüldük. Plastik bardaklardan çay içtik, kantin kuyruğunda siyaset konuştuk.
Okul sonrası birkaç yıl kaybettik birbirimizi. Ben elinde çanta adliye adliye dolaşan bir avukat olmakla adını herkesin muhabbetle andığı bir yazar olmak arasında karar kılamamıştım. Arkadaşlarım duruşmalarda adalet tevzi etme sanatının çömezliğini yaşarken ben ağaç gölgelerinde nargile içiyordum, kasabamla boğaz arası gidip geliyordum.
Uzun bir tereddüt sürecinden sonra Mavi Kasaba’da bir büro açtım ve mesleğe başladım. Yolumun İstanbul Adliyesine düştüğü bir gün onunla karşılaştık. Daha dün ayrılmışız gibi sıcacık bir gülümsemeyle selamladı beni. Yine o ölçülü tavrıyla görüşmediğimiz zaman diliminde ne yaptığını anlattı. Askerliğini tamamlamış, kendi bürosunu açmış, falanca filanca davalarda parmağı varmış, eskisi gibi sanat müziğine meraklıymış.
Bende bir değişiklik yoktu. Hala şiir kitaplarını seviyordum, hala nargile tellendiriyordum. Bir kasaba avukatıydım ve tanıdıklarım para kazandıracak işlerden çok angarya getiriyordu. Şikayetçi değildim. Öğreniyor ve eğleniyordum.
O mesleğini sevmişti. Adliye koridorlarında sıkılmıyordu. Bana işini benimsediğini anlattı. Hayatın bir avukat için de albenili olabileceğini, hayattaki asıl mükellefiyetimizin ne iş yapıyorsak yapalım doğru yapmak olduğunu anlattı. Adaletten, hukuktan ve tanrıdan bahsetti. İstersem birlikte çalışabileceğimizi de söyledi. O günden sonra o benim salt saygıdeğer bir dostum değil iş ortağımda oldu.
“Dedim gönül içme aşkın camını,
içersen dünyan dar olacaktır,
ya dost olma, ya mihnetten incinme
dost yolunda boran, kar olacaktır.”
diyen Azeri şair her kimdi ise doğru demiş. Aramızdaki ortaklıktan ona düşen mihnet oluyordu daha çok ama o bundan hiçbir zaman şikayet etmiyordu. Ne sabah erken kalkamayışım, ne sohbete dalıp duruşmaları unutuşum, ne de eşin dostun envai çeşit derdini onun başına yığışımdan şikayetçi değildi. Yanında başkalarıyla onun anlamadığı dillerden konuşmamı problem etmiyordu. Hatta el veriyordu benim dünyayı kurtarma gayretime. Yazılarımı büyük bir zevkle okuyor, anlattığım öyküleri dinliyordu. Derviş sabrıyla çekiyordu beni. İşinin en yoğun olduğu zamanlarda kaldırıp bir kıyı kahvesine götürüyordum onu. İsteksizliğini hiç belli etmeden takılıyordu peşime. Sohbete dalıp Silivri’ye giden son arabayı kaçırdığımda saat gece yarısını geçerken beni arabasıyla eve bırakıyordu. Kendisine aldığı kazaktan pantolondan, kravattan bana da almayı unutmuyordu, kandil bayram, özel gün sektirmeden şiir misali mesajlar çekiyordu. “Can kardeşim!” diyordu bana. Bunu söylerken gerçek bir kardeşin bakışlarıyla ışıldıyordu gözleri.
Bu dostluğun onun cephesinden belki de tek kazanımı eşimin donattığı sofralarda başka yerde bulamayacağı türden yemekleri tadıyor olmaktı. Çerkes tavuğunu pek tutmasa da Galnış’a, Haluj’a, Hınkal’a, Ğındzigu’a, kurutulmuş ete, Hatay usulü patlıcan dolmasına, Humus’a, Felafel’e bayılıyordu. Bizimle birlikte çayın yanında marmelat yemeye, bardakta et suyu içmeye alışmıştı.
Kendisini ziyafete davet ettiğimiz bir gün söz verdiği saatte yetişemediği için telefon edip artık gelme, seni bekleyemem deyişime hiç ses çıkarmamış, Küçük Çekmece’den geri çevirmişti yolunu. “Her ne kadar gururumu kırmış olsan da sen sudan sebeple harcanacak adam değilsin!” diye mesaj çekmişti arkamdan. Üstelik bu fevriliğimi hiç ama hiçbir şekilde yüzüme vurmamıştı. Bazen beni şaşırtan dürüstlük kriterleri vardı. dava açmak yerine idari yazışmalar yaparak çözdüğü bir hukuki sorundan dolayı vekalet ücretini müvekkile iade edecek kadar prensipliydi. Gelen her davada önce karşı tarafın yerine kendisini koyup empati yapıyordu. Gözü toktu, kazandığı parayla öğrencilere burs veriyor, yoksul fakir gözetiyordu. Eşsiz bir annenin çocuğuydu çünkü.
Tanrı iddialı dostlukları imtihan eder ya bizim dostluğumuz da kimi zaman böylesi imtihanlar gördü ama çıkar imtihanı değildi bunlar. Çünkü elma paylaşmak söz konusu olduğunda çürük olanı kendimize bırakıyorduk. Birbirinden çok şey bekleyen iki dostun çocukluklarıydı imtihanlarımız. Daha çok onun dayanma gücü ve hoş görüsüyle atlatılan sınavlar dostluğumuzu pekiştirdi.
İş ortaklığımız iki yıl önce benim kasabama dönmemle bitti. Fakat benim için İstanbul’u yaşamanın vazgeçilmezi olan can dostumla olan muhabbetimiz bitmedi. Yine boğazda tur atarken İsmail Baha Sürelsan besteleri söylüyoruz. Ben bir Rumeli türküsüne ses veriyorum o alıp götürüyor. Neşet Ertaş mırıldanıyoruz kimi zaman. Ondan öğrendiğim Kırıkkale şivesiyle “ Vurdu felek kırdı kollarımı dalından…” diyorum. “ Can Kardeşim,” diyor, “ Can kardeşim. Sendeki müzik kulağıyla bendeki ses bir araya gelseydi…”