Türk Edebiyatı Vakfı’nın Şahitliğinde Türk Edebiyatının Son Çeyrek Yüzyılı

Trakya içlerinde bir geziden dönerken Saray çıkışında otostop yapan bembeyaz sakallı, uzun saçlı, garip kıyafetli, yaşlı adamı anlatarak başlasak… Bir kısa aralıkla yirmi üç yıldır kaldığı cezaevinden o gün tahliye olunmuş, nereye gideceğini bilmeyen yaşlı adamı…

Ya da uzun süredir evinden çıkamayan bir yatalak hastanın gözünden, tedavi için gittiği İstanbul’u anlatarak başlasak…

Veya Kore’ye savaşa gidip sonrasında Amerika’ya yerleşen, ahir ömründe ölmek üzere memleketine dönen Zaralı Nuri Amca’nın son yıllarından bahsetsem…

Her biri başlı başına birer öykü.. Bir başka sefere erteleyelim bunları.

. . .

Profesör Alaatin Karaca ile tanışıklığımızı internete borçluyum. Hani şu hayatımızdan çıkardığımız her şeyin yerine ikame eylediğimiz ahir zaman aynasına… Tarık Buğra hakkında düzenlenen bir sempozyumda bildiri sunmak üzere Muğla’dan kalkıp İstanbul’a geleceğini öğrenince kendisiyle yüz yüze görüşmek için kalkıp sempozyuma gittim. Bir başka alemde fikirlerinizi paylaştığınız, yol arkadaşı olduğunuzu düşündüğünüz insanlarla yüz yüze görüşmenin heyecanı, bizden önceki kuşağın bilmediği bir duygu. Adem’den beri süregelen insan soyunu farklılaştıran, onların mayasını, manasını değiştiren yabancı duygular bunlar. Yeni çağ bir şeyleri alırken başka şeyler sunuyor insana.

Sempozyum bittikten sonra uzun süredir birbirini tanıyan iki dost gibi selamlaştık, halleştik. Umduğum üzere dingin, sakin bir bilge Alaattin Karaca. Teşkilat Refik’i, Musa Ramazan’ı, Karababa Tekkesinin sadık dervişi Ahmet Amca’yı, Dervişoğlu İsmail’i hatırlatıyor… Birlikte yemek yedikten sonra İstanbul’a gelmişken görmek istediği başkaları da olduğunu söylüyor. Onlarla Türk Edebiyatı Vakfı’nda buluşacaklarmış, götürebileceğimi söylüyorum.

. . .

Sultanahmet’te II. Bayezıd’ın Başhazinedarı Firuz Ağa’nın yaptırdığı mescidin karşısında, yılların eskitemediği taş kapıdan geçerken yirmi üç yıl önce terk ettiği köyüne dönen  cezaevi azatlısı bir yaşlı mahkum gibiydim ben. Yıllarını geçirdiği yataktan kalkıp hastaneye giderken yolda gördüğü heyula binalara anlam veremeyen babam gibiydim… Seneler önce savaşa gidip ölmek üzere yurduna dönen Zaralı Nuri Amca oldum birden…

Bundan tam çeyrek yüzyıl önce incecik, ter ü taze bir delikanlıydım. Yine o heyecan, o merak, o öğrenme azmi ile adımladığım mermer basamaklar, dokunduğum tunç kapı kolu, bakışlarımla sevdiğim ahşap pencere doğramaları, ve bir yar kokusu gibi havasını ciğerime çektiğim kitap dolu salon…

‘Dostlarım ! ’ dedim içimden… ‘Dostlarım ! Ben geldim ben…’

. . .

GÖĞERÇİN
– Bir Pandemi Romanı –

Hulusi Üstün’ün yeni romanı Göğerçin yayımlandı. Tüm kitapçılarda!

90’ların başında, bir sahil kasabasında büyümüş, üzerinde yazı olan her türlü evrak karşısında şehvet benzeri bir heyecana kapılan,  burnunun üstünde camları güneşli havalarda kararıp gölgede şeffaflaşan gözlükler taşıyan, aşağı yukarı bir memur emeklisi gibi giyinmiş vaktinden önce olgunlaşma gayretiyle suskun, bilgiç tavırlı bir delikanlıydım ben.

Babamın isteği üzerine tercih listemin başına yazdığım hukuk mektebine gelmiştim okumak üzere. Bir çağın son kuşağı olduğumun farkında olmayan, adı efsane olmuş hocaların odasından çıkmayan, bir tek dakikasını boş geçirmeye kıyamayan, öğrenmek, öğrenmek ve yine öğrenmek isteyen bir delikanlı…

Bir çağın sonuydu evet… Muhafazakarlık, memleketin kültür pınarı önüne su içmek üzere ara sıra gelen bir küçük buzağıydı o zamanlar. Büyüyüp kocaman bir öküz olduktan sonra çeşmenin yalağını kirleteceğini, suyun oluğunu kıracağını, etrafı çamur ve pislik içinde bırakacağını kimse hesap edemiyordu.

Okuyordum… doymak bilmeyen bir ada tavşanı gibi ciltleri gözlerimle bitiriyor, kütüphaneleri dolaşıp yıllar boyu kimsenin bakmadığı, adı sanı duyulmamış belge kataloglarını karıştırıyordum. Geziyordum. Kitaplarda okuduğum İstanbul mekanlarını dolaşıp eski zamanlar içine düşüyordum. Sokollu’yla, Jüstinyanus’la, Mesih Ali Paşa’yla, Esrar Dedeyle, Şeyh Galip’le yarenlik ediyordum. Kuşaklar boyu  dedelerimin yaşadığı Suriçi sokaklarını köşe bucak adımlıyordum.

Yaşlı kitap kurtlarıyla, yeni yetme yazar çizerle, gazetecilerle, yazarlarla buluşacağım yerleri bellemiştim. Bir türlü ciğerime çekmeyi beceremediğim cigarayı burnumdan üfleyip adaçayı yudumlamayı öğrendiğim Beyazıt kahvelerinde, Çatladıkapı’da, Taksim’de bana ait kayıp bir nesneyi arar gibi merakla dolaşıyordum.

Bir kaç yıl sonra, 93 senesi vakitsiz bir sonbahar gibi çöreklendi gençliğime. Yaşıtım kuzenim doğuda askerlik yaparken vuruluverdi. O güne dek hep yaşlıları alıp götürdüğüne şahit olduğum ecel, hayatı kitaplardan ibaret genç adamın üzerinde badem çiçeklerini yakan ayaz etkisi yapmıştı. Günlerce çıkmadığım öğrenci evinde kitapların defterlerin arasındaydım. Saçımı sakalımı kesmiyor, ibadet ediyor ve okuyordum.

O günlerde tuttuğum günlükten bir kaç sayfayı gazetede gördüğüm ilan üzerine Edebiyat Vakfı’nın adresine gönderiverdim. Zarfın içinde üzerine rumuz yazılı öyküm… Adı Yılbaşı şarkısı. Kimliğim ise kapalı bir başka zarf içinde…

Okumayı öğrendiğim ilk günden beri hikayeleri içinde kaybolduğum Ömer Seyfettin’in anısına düzenlemiş bir öykü yarışmasıydı bu. Ömer’i tanıyordum. Yüz elli kadar öykü, roman denemesi ve makalesini tamamen okuyup bitirmiştim. Zamanının ruhunu bugüne taşıyan hüzünlü kalemini seviyordum. Gönlümde muziplik akan ince yüz hatları ile boynu bükük bir resmi duruveriyordu. Erkenden ölüp gittiğini öğrendiğimde gözlerim dolmuştu. Seviyordum onu, saygı duyuyordum. Öyle ki mümkün olsaydı ömrümden bir kısmını kendisine verip biraz daha yaşamasını, biraz daha yazmasını dilerdim.

Okulu kırıp evde kaldığım bir bahar sabahı çalan telefonun öbür ucunda cıvıl cıvıl bir kız sesi… Bana kuzenimin ardından yaşadığım bunalımı anlatan öykümün dereceye girdiğini müjdeliyordu. Vakıfta bekleniyormuşum…

. . .

Alaattin Karaca Hoca ile 2018 kasımında yeniden girdiğim bu mekana ilk kez yirmi beş sene evvel, girdim. Mermer basamaklardan çıktığım üst katta beni güleç yüzlü, kostacık bir kızacağız karşılayıp idare odasına buyur etti. Vakıf Müdürü Gazi Altun ile tanıştırdı. O gün vakfın gönüllüleri Süheyla Derindere, Süreyya Özaavar ve Gülay Güngül ile gençliğe has pazarlıksız bir sohbete koyulduk.  Anlattım, anlattım, anlattım.

Vakfın cümle kapısının açıldığı caddede ve bu caddeye çıkan sokakların hiç birinde rastlanmayacak insan tipleriydi bunlar. Gazi Bey bir eski zaman beyefendisi… Nasıl bir incelik timsali, nasıl bir ağırbaşlılık… Yüzüne bakarken mahcup olduğum bir çelebiydi.

Süheyla Erzurumlu bir Anadolu bilgesinin kızıydı. Babasının onu okumak için İstanbul’a getirdiğinde,  ilk gün şehrin kirli yüzünü gezdirmiş, ikinci gün kültür edebiyat çevrelerini dolaştırıp ‘İşte budur İstanbul. Senin yanında bir polis görevlendiremeyeceğime göre serbestsin. Bu iki İstanbul’dan hangisini beğendiysen oralarda yaşa’ demiş olduğunu anlatırdı. O edebiyat çevrelerini tercih etmiş, fakülte yıllarından beri Edebiyat çevrelerinde bulunmuştu. Süreyya ise zarif bir Dağıstanlıydı. Saraylı nezaketiyle hatırlıyorum onu. Öyle naif, öyle nazik… Gülay öğretmen bir Türkçe sevdalısıydı, Sivas türküleri söylerdik onunla. Neşet Ertaş’ın sözlerine ilk kez onun dilinden dikkat kesilmiştim. ‘Bir kazmayla bir kürek al vay aman, mezarımı kaz gayri’ mısraındaki inceliği fark etmemi sağlayan oydu. Bir dönem türkülere merak salmam, türkülerin söyleniş sebeplerini araştırmam ve Türkü Öyküleri adlı bir kitap yayınlamam biraz da Gülay Güngül Hoca’nın etkisiyledir.

Ödül töreni için Gönen’e gittiğimizde kendimi içlerinde bulduğum insanların, memleketin bir cenahının önde gelenleri olduğunu hesap edebilecek durumda değildim doğrusu. Ahmet Kabaklı ve eşi Meşkure Kabaklı Hanım’ı, Profesör Ahmet Ayhan Songar’ı ve eşi Reyhan Songar’ı, Nevzat Yalçıntaş’ı, Sevinç Çokum’u ve eşi Rifat Çokum’u, Dilaver Cebeci’yi, Nihat Sami Banarlı’nın öğrencisi Nermin Suner Pekin’i, Emin Işık’ı Gönen Programında tanıdım. Herbiri edebiyatta, sanatta saltanat sahibi kişilikler. Her biri şehirli, her biri geleneğin üzerinde yükselen kesintisiz bir kültürel gelişime taraftar. Eksilenin yerine yenisi konulamayacak isimlerdi bunlar. Bir tekini tanımış olmak mütevazı bir ömre teselli olarak yeter… Konuştuklarında bin yılın içinden süzülmüş bilgelikle konuşurlardı. Ama ben çok gençtim, onlarla kurulan yakınlığın tarihe şahitlik etmek anlamına geldiğini hesap edemezdim.

. . .

Ödül törenine ilişkin gazete haberlerini gördüğünde babamın yüzü garip bir endişe ile gerilmişti.

-Memleketin bütün sağcıları ile dost olmuşsun…

O günlerde okuduğum her kitaptan, girip çıktığım her ortamdan rahatsız olduğunu biliyordum ama tıfılcık oğlunun bir öykü yarışmasında dereceye girmesinden dolayı onur duyması gerekirken söylenmesi beni üzmüştü. Çünkü en çok okuduğum kitaplara söylenirdi babam. Kırkımdan sonra hak verdiğim en temel uyarısıydı kitaplara dairdi.

‘Hocaların kitaplarını okuma… Din kitapları insana bir şey vermez. Ne kültürün artar, ne meslek ne sanat öğrenirsin. Çevre edinmeni sağlamaz Para kazandırmaz. İşin kötüsü cennete gitmene yardımcı da olmaz. Bırak bu hoca takımının kitaplarını. Yeryüzünün en cahilleri din adamlarıdır.’

Evet, elim kolum hocaların kitaplarıyla doluydu. Masam, çantam, kütüphanem, oturduğum koltuk, yattığım yatak… Bilmem kaç bin yıldır içinden çıkılamayan dini meseleleri çözmeye ahd etmiştim. Bu merakımdan rahatsız oluyordu babam. Okuduğum kitapların beni tavizsiz bir dini hayata yönlendirmesinden endişe ediyordu belli ki. Temeli benim dini görüşlerim olan bir uyumsuzluk vardı aramızda. Benim babam bir cumhuriyet çocuğuydu, ben ise kendisine akacak mecra arayan bir yağmur suyu… Kimi zaman birbirimizden çok uzaklaştığımızı, birbirimizi bir daha bulamayacağımız ölçüde kaybettiğimizi düşünüyordum.

Ödüle ilişkin tepkisinin de böylesi bir çekince olduğunu sandım. Ama edebiyattı bu. Çocukluğumdan beri okuyucusu olduğum kitaplar alemine artık girmek istiyordum. Yirmili yaşlarımın başındaydım, çözmüştüm babamın ve benden büyük hiç kimsenin çözemediği hayatı. İnsanlığın benim anlatacaklarıma ihtiyacı vardı.

. . .

Vakıf bir yuva olmuştu bana. En azından haftada bir oradaydım. Çarşamba akşamları yapılan kültür sohbetlerinde edebiyat dünyasına dalıyordum.  Adını kitaplardan duyduğum ulu insanları dinliyordum, sohbetlerin ardından Çemberlitaş’taki Karababa Tekkesi’ne çorba içmeye gidip kitapların arasında yaşayan Ahmet Amca’yı ziyaret ediyorduk. Karagümrük’te Türk Tasavvuf Musikisi Yaşatma Vakfı’ndaki meşklere katılıyorduk. Çatladıkapı’daki Marmara Kafe’de romanı, öyküyü, şiiri sigara kağıdına sarıyor, nargileye katıyor, adaçayı bardağında karıştırıyorduk. Türk Ocağı’nın, İlesam’ın, Süleymaniye kahvelerinin gediklisiydim artık. Kimleri tanımadım oralarda… Her birinin biyografisi cilt cilt kitap konusu olacak türden renkli, sıradışı bir sürü insan…

Hukuk mektebinden arkadaşım Gümüşhaneli İsmail Taştan bir vakıf sohbeti çıkışında koluma girip, ‘Çok değil, bir kaç yıl sonra sen de konuşacaksın bu kürsüden’ demişti. 1998 Şubat’ının ilk haftasında ben Vakıf Kürsüsünde Türk hikayeciliği konulu bir konuşma yaparken İsmail Gümüşhane Barosuna kayıtlı bir avukattı artık. Toplantının haberi gazetelerde yayınlandığında sevinçten uçuyordum.

Sonraki yıllarda ‘Ahmetcik’in Evi’ 97 yılında ‘Bir Garip Mezar’ müteakip sene de ‘Piri Paşa’nın Sırrı’ adlı öykülerimle dereceye girdim. Aldığım ödülü gözüm görmüyor, bir an önce kendi yazdığım kitabımı elime almak istiyordum.

Bir kitabım vardı benim… Ancak yirmi yaşında bir gencin yazabileceği türden iddialı bir kitap. Kuzenimi kaybettiğim günlerde siyah kaplı bir deftere el yazısıyla yazmıştım onu. Babıali’de valilik binasının altında bir apartmanda bulunan Timaş’a beni kim gönderdi, nasıl gittim hatırlamıyorum.

Hafif öne eğik yürüyen, topluca bir beyefendi ilgilenmişti benimle. İsmet Bey… Defterimi aldı. Bir kaç gün sonra arayıp çağırdı. Gittim, yayınevini dolaştırdı, adını duyduğum ama eserini okumadığım bir kaç yazar çizerle tanıştırdı.

‘Beni kalemine saygı duyup onun kıymetini teslim eden biri olarak hatırlamanı rica ederim,’ dedi.

Sonraki görüşmemizde Beşir Ayvazoğlu’nun karşısına çıkardı beni. Beşir Bey, mağrur bir edayla bakıp neler okuduğumu sordu. ‘Batı klasiklerini okudum. Türk Edebiyatından Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Yusuf Atılgan, Sait Faik, İlhami Bekir Tez, Ömer Seyfettin…’   adlarını bir çırpıda sıraladım.

Ciddi bir yüzle.

-Okumalısın, dedi.

-Tamam ama kitabımın yayınlanmasını da istiyorum, diye karşılık verdim.

-Kimi yazarlar ilk kitaplarını yayınlamamış olmayı dilerler. Acele etmemelisin. Okuman gerek, dedi.

Okumuşluğumun yeterli görülmemesi kibrime dokunmuştu.

Kitap aleminde tanıdığım en kibar, en yapıcı, en beyefendi kişilik olan İsmet Bey’e kaba sayılacak bir üslupla teşekkür edip ayrıldım yanlarından. İsmet bey benimle birlikte kapıya kadar geldi ve bana,

-Safiye Erol’un Kadıköy’ün Romanı, Ülker Fırtınası, Ciğerdelen gibi romanları var. Baskısı yok ama yayınevi arşivinde ararsak bulabiliriz, dedi.

-Zahmet etmeyiniz, ben bulurum, diye karşılık verdim.

Beyefendice gülümsedi.

Yıllar sonra Şehzadebaşı külliyesinde bir akşam yemeğinde karşılaştık kendisiyle. Aradan geçen yıllara rağmen tanıdı beni. Halleştik.

Yaşıyor mu acaba… Herşey bir yana onunla dostluk kurmadığıma, ziyaretine gitmediğime, arayıp sormadığıma çok ama çok pişmanım. Keşke onunla ilgili de bir öyküm olsaydı.

Ya Beşir Bey… Bir kaç ay önce kitabını imzalatırken onunla olan hatıramı naklettim. Anımsayamadı. Kalabalık içinde olmasaydık, çeyrek yüzyıl önce verdiği öğütü dinlemediğim için özür dileyecektim.

Ah benim bu Asitaneli Mehmet Said Efendiden yadigar koca burnum…

. . .

Siyah kaplı defterdeki elyazısıyla yazılmış romanı Babıali’de vakti zamanında gencecik amcamın ölüsünün bulunduğu binanın yakındaki apartmanın üst katında abdest almak için çoraplarını çıkarmış, sigaranın birini diğeri ile yakan, gözlerinden uyku akan, sakallı bir adam basıverdi. Yaşım henüz yirmi ikiydi ve tuğla gibi bir kitabın üzerinde adım vardı.

El yazısıyla yazılmış onlarca mektup geldi memleketin her yanından. Artık bir usta kalemin gazete köşesinde yazdığı üzere ‘şöhret kabarmalarım dizlerime gelmişti.’

Ne var ki o bakışları uykulu, eli sigaralı sakallı adam benim dışımda hep hocaların kitaplarını yayınlıyordu.

Bu durum babamın hoşuna gitmiyordu.

. . .

Benim öykülerimin bende kalması gereken pasajları vardır.
Deli çağlara has işler… Gençler bilir, yetişkinler hatırlar, yaşlılar unutur. Hatırlıyorum ama anlatamam… En azından hatıralarımdan korkmayacak yaşa gelinceye dek yapamam bunu. Aslında öykünün en can alıcı tarafı da burada. Bazı öyküler saklanmalıdır, kadri kıymeti bilinmeyen usta yazarların eserleri gibi. Bırakalım o öyküyü kahramanları yazsın.

Memleketçe yıkıldığımız 99 depreminin olduğu yaz gecesi ben bir Tokat türküsünün öyküsünü yazıyordum.

‘Hey On beşli On beşli…  Tokat yolları taşlı…’

Sarsıldık, yıkıldık, çığlıklara karıştı zihnimde Onbeşli’nin nağmeleri.

2000 yılında Onbeşli türküsünün öyküsü ile bir ödül daha aldım.

. . .

‘-Bak’ dedi babam. Elinde kat yerlerinden yırtılmış eski bir gazete kupürü…

-Bak, dedi… Yetmişli yıllara ait bir gazete haberi bu. Beni hedef yapan bir haber…

Okudum, altında Edebiyat Vakfı’ndan tanıdığım saygın bir yazarın adı vardı. Babamı bulunduğu bürokratik makamda kadroculuk yapmakla suçluyordu.

-Bu yazıdan sonra hedef oldum, tehditler aldım, sürgün edilmekten son anda kurtuldum. Zor bir durum bu, oysa babalar çocuklarını kendi izlerinde yürürken görmek ister.

Bu konuşma dokunmuştu bana.

. . .

Sanırım en son 2000 yılında uğradım. Süheyla, Süreyya ve Gülay abla yoktu orada. Ahmet Kabaklı hastaymış. Nermin Suner Pekin hoca dünyadan ayrılmış, Ayhan Songar vefat etmiş, Fatih Camisinde okunan mevlidinde bir yaşlı hanım, ‘Ah Ayhan Bey, insan ölmeyegörsün!’ diye iç çekmiş.

Bir yıl sonra Kabaklı’yı Fatih Camisinden ebedi aleme uğurlayanların arasında ben de vardım.

. . .

Derken;

Muhafazakar ilkellik gelişip büyüdü… Memleketin kültür pınarına su içmek üzere ara sıra gelen sevimli buzağı, büyüyüp kocaman bir öküz olmuştu. Amerika’da meskun yaşlı bir akıl hastası memleketin her gündemini belirlediği gibi kültür sanat hayatını da belirliyordu. Sihirli dudaklarıyla adını andığı herkes yazar, çizer, düşünür, bilgin, üstat oluyor, memleket onları okuyor, onları konuşuyordu. Çomağını köyünde bırakan adam İstanbul’a gelip yayıncılık dünyasına giriyordu. ‘İslam’da Burç’, ‘İslam’da Seks’, ‘İslam’da Kadın’, ‘İslam’da Erkek’ gibi başlıklar taşıyan milyonlarca kitap basılıyor ve hemencecik satılıyordu. O yaşlı akıl hastasının olmadık konulardaki hezeyanlarını konu eden olmadık sayıda eser, kuluçka makinasından çıkar gibi çıkıyor ve yumurta tüketilir gibi bayatlamasına izin vermeden tüketiliyordu. Dinin kutsal saydığı konu başlıkları bitince sıra ‘Kişisel Gelişim’, ‘Aşk’, ‘Mevlana’ gibi konulara gelmişti. Ciklet kağıdına yazılmış şiirlerden daha değerli olmayan binlerce kitapla doluydu ortalık. Çoluk çocuk, kadın erkek bunları okuyor, yayıncılık hayatı altın çağını yaşıyordu.

Fakat kültür yoktu işin içinde. Sanat yoktu, estetik yoktu. Hayatın gerçeğine ilişkin hiç bir şey yayınlamamaya yemin etmişti köyünden çomağını bırakıp gelen, İstanbul şivesiyle konuşmayı beceremeyen adamlar. Hayattan anladıkları yoktu ki… Olsa sümkürmesini şiir, öksürmesini hikmet belledikleri adamı dinlemezlerdi. İçinde tavla lafının geçtiği, içinde içki içen bir tipin anlatıldığı, içinde kadın güzelliğinin tasvir edildiği hiç bir eserin yayınlanması mümkün değildi. Edebiyat tarihinin en önemli klasikleri bile güya bir ehli sünnet vel cemaat sansüründen geçmeden yayınlanmıyordu. Hazırlanan kitaplar bu yayınevlerinde önce kendisine uzatılan eli tutup tutmamakta tereddüt eden kadın editörler tarafından okunuyor ve onların onay vermediği eser yayınlanmıyordu. Bir yolunu bulup yayınlanan eserler yine onlara ait dağıtım şirketlerine kabul edilmiyordu. Yazarların çizerlerin üstü çiziliyordu. Mezhep, meşrep, cemaat, cemiyet, memleket gibi aidiyetler her şeyin önündeydi. Ondan sonra eğilme becerisi, tabasbus kabiliyeti. Evet efendim, sepet efendim…

Böyle bir haldeki memlekette her gün sayısız kitap yayınlanıyor ama doğru dürüst bir tek yazar, çizer, şair, düşünür ortaya çıkmıyordu.

Gerçekten kültürel yayıncılık yapmaya gayret eden okul kıymetinde bir kaç yayınevi küçük camiaların desteğiyle zorluk içinde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlardı.

O ortamda yazıp çizdiklerimi herhangi bir yayınevine göndermeme kararı almıştım. Ancak bir şekilde haberdar olan, yayınlamak isteyen olursa ulaştırıyordum. On kitabım yayınlanmıştı. ‘Canlar’, ‘Gurbetten Çerkes Hikayeleri’, Geçmişi Sürgün Şehir, ‘Burası Çeçen Komitesi’, ‘Türkü Öyküleri’, ‘Şaheser’, ‘Kanatlı Süvari’nin Hatıraları’, Yüz Elli Yıl Böyle Geçti,  Kırk Diyardan Masallar, Turna Fırtınası, Şehir ve semt kitapları… Beylikdüzü, Büyükçekmece… Ayrıca bir çok antoloji ve araştırma kitaplarında makalelerim vardı. Hiç birisi için yüz suyu dökmeden, hiç birisi için temenna etmeden yayınlatmıştım.

Yaşım otuzu geçmişti ama hala yayınevi kapısında İsmet Bey’e burnunun ucuyla teşekkür eden ukala genç tavırlarındaydım.

Derken 2006’da kasabama dönmek zorunda kaldım.

. . .

Ben kasabamda avukatlık yapıp hasta babamla ilgilenirken memleketin kültür pınarı bataklığa dönmüştü işte.

Canım babam… Kırk yaşımdan gün almıştım kendisine hak verdiğimde. Kütüphanemde sıra sıra raflar işgal eden cilt cilt kitabın bana hiç bir şey vermediğini, hiç bir şey öğretmediğini keşfedip ağlamaklı olduğumda kırk yaşında iki çocuk sahibi bir koca adam… Hocaların kitaplarıydı bunlar… Hiç biri kültür vermemişti, hayatı anlamamı sağlamamıştı, meslek ve sanat öğretmemişti, para veya çevre kazandırmamıştı. İşin kötüsü ölmem durumunda cennete gitmemi sağlayacaklarına dair ümidim de kalmamıştı.

Son çeyrek yüzyılda Türk edebiyatı ölmüştü, ölmüş… Okuyucu, Amerika’daki akıl hastası yaşlı adamın nefes edip meşhur kıldığı balondan bir kaç ismin martavallarıyla teselli olmuştu o kadar. Ne Reşat Nuri’si vardı bu koca milletin, ne Sebahattin Ali’si. Ne Necip’i ne Nazım’ı… Tıpkı İstanbul’un siluetinde görüldüğü üzere edebiyat ve sanat dünyasında da güzel olan her şey eskiydi.

Ve ben kitapevlerini, fuarları dolaşırken, yirmi üç sene yattığı cezaevinden tahliye olunmuş ak sakallı bir yaşlı gibi, yatalak geçirdiği yıllardan sonra hastaneye giderken aracın camından gördüğü İstanbul’u tanıyamayan babam gibi, Kore’ye gitmek üzere çıktığı yurduna yetmiş yaşında geri dönen Zaralı Nuri Amca gibi can yakıcı bir yabancılık ve yabansılık hissi ile acı çekiyordum.

İşin güzel tarafı o ki artık benim bir patikam vardı. Kimseye göre yazmadan, hiç kimseyle birlikte olmadan, hiç kimseden yardım almadan kendi adımlarımla oluşturmuştum bu patikayı. Sözü mermiye, cümleyi çiçeğe çeviren sihirli bir kalemim vardı benim. Onunla kaldırıyordum gerçeğin üstündeki örtüyü. Dilediğimde ağlatıyordum okuyanı, dilediğimde güldürüyordum. Kah keskin bir kama oluyordu, kah ölümcül hastaya ilaç… Hiç bir çerçeve içine alamıyorlardı beni. Ben kendi patikasında yürüyen yalnız ama özgür bir yazardım.

. . .

Vakıf’ta bir saat kadar sohbet ettikten sonra kalktık. Çeyrek asır önce bu binada tanıdığım onca saygıdeğer insanın ruhunu selamlayarak, Songar’ın, Yalçıntaş’ın, Nermin Suner Pekin’in, Hikmet Anne’nin sesinin asılı kaldığı odayı terk ettik. Kabaklı’nın elini sırtıma koyduğu yerden, Çokum’un elimi sıktığı kapı önünden, Süreya ve Süheyla’nın beni karşıladığı merdivenlerden, Gülay abla ile şarkı söylediğimiz koridordan geçtik… Çeyrek yüz yıl önce sevimli bir buzağıya benzeyen, şimdilerde geçtiği her yeri kirleten vandal muhafazakarlığın kol gezdiği Divanyolu’nda Çemberlitaş’a doğru yürüdük. İstanbul’un gecesi başlamıştı. Yıllar önce bir akşam Teşkilat Refik ile adımlamıştık buraları. Sultan Mahmut türbesinin önüne geldiğimizde durmuş,

‘Burada yatanlara fatiha okuyanlar, burada medfun meftanın her birinin adını ezbere sayacak olsaydı halimiz bambaşkaydı küçük Etrüsk.’ demişti.

Ertesi gün not defterimle gelip her bir mezartaşının üzerindeki ismi kaydetmiştim.

. . .

-Dönelim artık, dedi Alaattin Hoca. Zeytinburnu’nda akşam yemeğine yetişmeliyim.

-Dönelim, dedim…

 

Türk Edebiyatı Vakfı’nın Şahitliğinde Türk Edebiyatının Son Çeyrek Yüzyılı

Türk Edebiyatı Vakfı’nın Şahitliğinde Türk Edebiyatının Son Çeyrek Yüzyılı” için bir görüş

  1. Lise yıllarımda Türk edebiyatı dergisi ve Tercüman gazetesi ile tanıdığım insanları yakından tanımışsınız, imrendim. Yazının tamamı nerdeye kendi hayatımı hatırlattı. Özellikle tırnak içine aldığım şu tespit çok hoşuma gitti: “Muhafazakarlık, memleketin kültür pınarı önüne su içmek üzere ara sıra gelen bir küçük buzağıydı o zamanlar. Büyüyüp kocaman bir öküz olduktan sonra çeşmenin yalağını kirleteceğini, suyun oluğunu kıracağını, etrafı çamur ve pislik içinde bırakacağını kimse hesap edemiyordu.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön