‘İşte bu benim oğlum!’ deyip bu yazının bir köşesine onun resmini koymak isterdim, ama fotoğraflarının bir yerlerde yayınlanmasından, başkasına gösterilmesinden hoşlanmıyor benim oğlum. ‘Utanıyormuş’ O bakımdan size onu tarif etmekle yetineceğim. Yaşıtlarına göre azıcık kısa boylu, saçları açık kumral, gözleri bal rengi, yüzü bal köpüğü. Hokka gibi bir burnu, samur kaşları ve küçük bir ağzı var.
Adı mı ? Enis Deha… Enis, bize dost olsun diye. Deha ise Çerkesçe güzellik anlamındaki ‘Daxe’den bozma.
Bir sürü prensipleri olan bir çocuk o. Öncelikle son derece dürüst, her şart altında doğru, ince düşünceli, merhametli, şefkatli emsalsiz bir beyefendi. Kabalıktan, ölçüsüzlükten, ciddiyetsizlikten hoşlanmayan en çok hayvanları seven tabiat aşığı, pastoral bir romantik… Sesi çağıltılı, cıvıl cıvıl… Şarkılar söyleyen, dans eden bir çocuk benim oğlum.
O benim oğlum… her evlat babasının gözünde nasıl özelse, nasıl güzelse, nasıl benzersizse o da benim gözümde öyle özel, öyle güzel…
Bu yıl dokuz yaşını sürüyor. İlk okul dördüncü sınıfa gidiyor.
İşte öyle…
. . .
Bundan üç dört yıl önce oğlumuzun okul çağı geldiğinde annesi ve ben, bizim için çok özel ve çok güzel olan bu küçük adamı hangi okula vereceğimiz konusunda benzerini Selanikli Reji memuru Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın yaşadığı türden bir fikir çatışmasının içinde bulduk kendimizi. ‘Bir özel okula verilmeli!’ diyordum ben. ‘Devlet okulunda bu toplumun standartları içinde okumalı!’ diyordu annesi.
En son sözü ben söyledim ve annesine ‘Sen nasıl istiyorsan öyle olsun!’ dedim. Bunun üzerine bizim hayvansever, tabiat aşığı küçük oğlumuzu evimizin yakınındaki bir devlet okuluna verdik. Okul müdürü bizi de tanıdığı için onun görece seçkin öğrencilerin oluşturduğu bir sınıfa kaydolmasını sağladı. Tecrübeli bir öğretmenin eline emanet etti.
İlk hafta her sabah okula söylenerek, şikayet ederek ve istemeyerek gitti bizimki. İkinci hafta da öyle, o ay hep öyle… sonraki aylarda da, ondan sonraki aylarda da… O her sabah ağlamaklı bir şekilde okula gitmek istemediğini söyledi, ben her sabah ona kararlı bir sesle okula gitmek zorunda olduğunu ihtar ettim.
Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Son ederece tecrübeli, bilinçli, mesleğini seven bir hanım olan öğretmeni ile görüşüyorduk. Onun elinden geleni yaptığını, oğlumuza okulu ve okumayı sevdirmeye çalıştığını görüyor ve ikna oluyorduk.
Konuşuyordum oğlumla… ‘Okuma öğrenmek istemiyorum… Eğer masal okumak istersem yanımdaki birinden rica ederim, o bana okur.’ Diyordu. ‘Yazmayı da öğrenmek istemiyorum… Çünkü çok zor. Sayıları da bilmek istemiyorum, çünkü parmaklarım bana yeter. Okula gitmek istemiyorum, okula gitmek istemiyorum…’
Ondan üç yaş büyük olan ablası ile bu tür sorunlar yaşamamıştık. Okul çağını heyecanla bekleyip hevesle başlamıştı o. Kısa zamanda okumayı da yazmayı da öğrenmişti. Ders disiplini kazandırmakta zorlanmıştık hepsi o. Bu çocuğun sıkıntısı neydi acaba.
O yıl oğlum ilk okul birinci sınıfı bitirdiğinde okuma yazmayı öğrenememiş, sınıfının çok gerisinde bir öğrenci olarak tatile girmişti. Yazın kendisiyle daha bir özel ilgilendik. İlgisini çekecek kitaplar, konular, oyunlar… okulun açılmasını üzüntüyle bekledi. Yine aynı şikayetçi yüz ifadesiyle kendisi için gereksiz olduğunu söylediği okula başladı.
İlk hafta hep üzüntülüydü. İkinci hafta ve takip eden haftalarda da öyle. İlk ayı ve sonraki ayı da öyle geçirdi. Oğlum ilk okul ikinci sınıfı bitirdiğinde okuma yazmayı hala doğru dürüst beceremiyor, dört işlemin en basitlerini bile yapamıyor ve okula gitmek istemiyordu.
Kabullenmiştik… bizim sevgili oğlumuz çok becerikli, çok başarılı, çok zeki, çok akıllı, çok parlak bir öğrenci olmayabilirdi… herkesin çocuğunun bu tarz yetenekleri olmayabilirdi. Hem biz onu böyle de seviyorduk. Varsın okumayıversindi. Mutlu olmayı öğrensin yeterdi… Çok çok yakın semtlerden birinde bir özel okula verecektik onu. Günde bir saat yol gidip geliversindi. Yeter ki şu ilk mektebi bitirsin… sonrası Allah kerim.
.. .
O yaz bir öğretmen dostumuz akşam ziyaretimize gelmek istediğini söyledi. Maalmemnuniye kabul ettik. Yanında bir başka öğretmen arkadaşıyla birlikte geldiler çay sohbeti ettik.
-Oğlunuza talibiz, diyordu öğretmen arkadaşım. Onu arkadaşımın sınıfına alalım. Belki okul değişikliği ona iyi gelir.
Arkadaşım dediği hafif kilolu, esmerce siyah gözlüklü adam, ilçenin kenar semtlerinden birindeki bir devlet okulunda sınıf öğretmeniydi. Yüzünde geniş bir gülümseme ile bakıyordu yüzümüze. Konuşurken seçtiği kelimeler, davranışları, kılık kıyafetleri ile Ege kıyılarından Doğu sınırına kadar memleketin her yerinde rastlanabilecek türden yerli ve alışılageldik bir profildi bu. Sıradışı hiç bir özelliği olmayan, hatta ara sıra sigara içen, daha çok düşünen bir adam…
Bu teklifi değerlendirmek üzere izin istedik kendilerinden. Eşimle, oğlumuzun dayısıyla ve bir kaç eğitimci arkadaşla görüşüp fikirlerini aldık. Verse mi idik?
Kimisi zaten okulu sevmeyen bir çocuk için mekan değişikliğinin iyi olmayacağını düşünüyordu. Nakledileceği okul da sonuçta devlet okuluydu. Farklı hiç bir şart sunmuyordu. Hatta şu an okuduğu okul, devlet okulu standartlarının üzerinde imkanları ve seçkin eğitim kadrosuyla yaşadığımız ilçenin en iyisiydi. Nakledileceği okul ise daha mahalle içinde, daha karışık, daha sokak arası bir yerdi.
Fikrini sorduklarımızın bir kısmı ise ‘ne kaybedersiniz ki?’ diyordu. Öyle ya ne kaybedecektik… iki yıl sonunda okuma yazmayı öğrenememiş bir oğlumuz vardı bizim. İki yıl boyunca her sabah okula gitmemek için her numarayı deneyen bir oğuldu bu. Suratında adeta üzüntü ifadesi yapışmıp kalmış, boynunu büküp kendisini okula göndermememiz konusunda bize ricada bulunan bir küçük adam işte.
Kaybedecek bir şeyimiz olmadığını düşünerek oğlumuza talip olan öğretmenin okuluna naklini yaptırdık. Bu durum karşısında endişesi arttı bizim oğlanın. Arkadaşlarından ve öğretmeninden ayrılmak istemediğini, bir başka okula asla gitmeyeceğini ısrarla dile getirdi. Aynı ısrar ve kararlılıkla ‘hayır!’ dedim. ‘Hayır gideceksin!’
İlk gün ağlamaklı bir suratla bıraktım onu yeni okuluna. İkinci gün de durumdan çok memnun değildi. Üçüncü gün, dördüncü gün… birinci hafta…
Her geçen gün yüzündeki endişe ifadesinin azaldığını görüyordum. Okula giderken daha az şikayet ediyor, söylenmiyor dahası biraz biraz istek bile gösteriyordu.
Oğlum o yıl üçüncü sınıfa başlamasının birinci ayının sonunda seri bir şekilde okuyabiliyordu. O yıl oğlum yaşıtlarıyla arasındaki bilgi ve öğrenme isteği farkını kapamış, yıl sonunda güler yüzlü bir karne ile eve gelmişti.
Fakat daha enteresan olan bebekliğinden beri kağıt kalemle oynayan, çizimler yapan oğlumun sıradışı bir resim kabiliyetine sahip olduğunun ortaya çıkması oldu. Oğlum yaşının çok üzerinde çizimler yapabilen, ruh dünyasını çizgiye dökebilen, resmi ve resmin gerisindeki duyguyu okuyabilen bir çocuktu.
Büyüyünce annesiyle birlikte Japonya’ya gidip Sakura ağaçlarını izlemek istiyordu.
. . .
Ne oldu? Önceki okulunda olmayıp sokak arasındaki bu eski donanımsız, depremden sonra iğreti bir güçlendirme görmüş ağaçsız, bakımsız okulda olan neydi de oğlum okul ile barışmıştı bunu hala bilmiyorum.
Önceki okulunda ve öğretmeninde herhangi bir eksiklik ya da yanlışlık olduğu düşüncesinin uyanması bana büyük üzüntü verir. Çünkü önceki öğretmeninin çabasını, gayretini, tecrübesini ve samimiyetini görüyordum. Sınıftaki diğer öğrenciler üzerindeki etkilerini, başarılarını fark ediyordum. O bakımdan önceki öğretmenden ve okuldan kaynaklanan bir eksiklik olduğu ihtimalini hiç bir şekilde düşünmedim, düşünmüyorum.
Çünkü biliyorum ki sıradışı olan benim oğlum. Tamamen farklı kavramlarla düşünen, değer yargıları tamamen farklı olan bir çocuk o. Hırs, tamah, öfke, rekabet, kazanmanın gururu… bunlar onun dünyasında hiç bir karşılığı olmayan kavramlar. Dünyayı beş duyusuyla algılayıp tanımlayan bir adam değil benim oğlum…
. . .
Onu kendi sınıfına almak isteyen öğretmenin eğitim camiası tarafından adı bilinen, eğitim projeleriyle tanınan birisi olması da önemli değil.
İşte bir yıldır oğluma okulu, okumayı sevdiren, onu özel birisi olduğuna ikna eden öğretmeni gözlemliyorum. Anadolu’nun doğusunda küçük bir ilçede doğmuş. Çok geniş imkanlarla yetiştirilmemiş, çok özel bir eğitim almamış bir genç adam o. Ama kendisiyle barışık, ama ne yapmak istediğini bilen, hedefine doğru kürek çeken bir adam.
Oğlumu okuldan almaya gittiğim zamanlar izliyorum onu… yıllarca dünyanın dört bir yanından çocuklarına anlatmak üzere masal derlemiş birisi olduğumdan belki… Ders anlatırken öğretmenin fareli köyün kavalcısına, pamuk prensesin aşığı olan beyaz atlı prense, iyilik büyüleri yapan bilgeye, kaf dağının ardındaki iyi kalpli dev adama dönüştüğüne şahitlik ediyorum. O çocukların dünyasının içine giriyor. Onlardan birisi oluyor. Onlarla eşitliyor kendisini. Öğrencileri onunla birlikteyken kendilerini bir dersin içinde görmüyor, bir grup oyununun içinde sanıyorlar. Öylesi bir dünyası var Mustafa Öğretmenin.
. . .
Şimdi… yeni öğretim yılı başladı. İçlerinde benim küçük oğlumun da olduğu binlerce çocuk çantalarını alıp okul yoluna koyuldular.
Ben diploma çağının kapandığını düşünüyorum. Bizim zamanımızda onca önemi olan, zarif çerçeveler içine konup duvarlarda sergilenen, sahibine iş kapısı açan, onu toplumsal hiyerarşinin bir yerine konuşlandıran diplomalar, yeni çağda değersiz referans kağıtlarına dönecek muhtemelen. O bakımdan çocuklarımın bu kağıtlardan herhangi birisine sahip olmak için gençliklerini heba etmelerine razı değilim aslında.
Hal böyleyken okumalılar. Yaşıtlarının geçtiği bariyerlerden geçmeli, onların yürüdüğü yollarda yürümeliler. Ama benim çocuklarımın patikaları olmalı. Kendilerinin yürüdüğü, kendi adımlarıyla oluşturdukları, kendilerinin seçtikleri bir patikaları olmalı.
Ben farkında olmadan kendi patikamı oluşturduğumu fark ettim oğlumu izlerken. Evet ben çevremin, akrabalarımın yürüdüğü yolları tercih etmedim. Diplomamın sağlayacağı en yüksek imkanları reddettim. Birilerinin gözünde şu ya da bu statüye sahip olmak benim için hiç bir anlam taşımadı. Benim bana has dertlerim vardı. Bugün beni tecrit eden, yalnızlaştıran, ama tatlandıran, kendimden hoşnut ve razı kılan dertlerdi bunlar. Ben hep o izlerin üzerine bastım. Başımı çevirip baktığımda ayak izlerimin oluşturduğu patikayı görüp hayranlık duydum.
Onların da patikaları olsun. Ellerinde diplomalarıyla yürümesinler o patikada. Diplomaları evde bir köşede duruversin. Onlar bildiklerince yürüsünler. Kendi doğrularını kendi emekleriyle oluştursunlar. Yemekleri emeklerinin ürünü olsun. Yaşıyor olmanın eşsiz keyfini her an fark etsinler. İstemedikleri hiç bir şeyi yapmak zorunda kalmasınlar. Statü, rütbe, makam, servetin sağladığı ayrıcalık… insanın bunlar dolayısıyla değil erdemleri dolayısıyla önemli ve anlamlı olduğunu bilsinler yeter.
Oğlum resim yapsın… sayı saymak için parmaklarından yardım alsın. Canı masal dinlemek istediğinde yanında hep ona masal okuyabilecek birileri olsun. Ana babası, eşi, çocukları, torunları ve dostları… Resim çizsin. Dilini dışarı çıakartarak, kağıdın üzerine burnunu yapıştırarak. Ama oğlum ve kızım ve sizin oğullarınız kızlarınız hiç bir sabah söylenerek, istemeyerek, arzu etmeyerek bir yere gitmek, bir şeyler yapmak zorunda kalmasın.
Dürüst olmak lazımsa küçük oğlumun öğretmeni Mustafa Turan’a karşı ödenmez bir borcum olduğunu hissediyorum. Bu borç ancak başkasının çocuklarına böylesine önemli yararlar sağlayarak, ışık tutarak, kılavuz olarak ödenebilir belki. Bu sebepten son zamanlarda bir şekilde eğitimci olmanın yollarını arıyorum. Gözerimi kapayıp hoplaya zıplaya kaval çalarken hayal ediyorum kendimi. Ardımda bir sürü şen şakrak çocuk… onlar da güle oynaya takip ediyorlar beni. Sonra her biri bir patikaya sapıyor. Durup uzaktan izliyorum onları. Her biri bir patikada çıplak ayaklarıyla, yüksüz omuzlarıyla hoplaya zıplaya kaval çalmayı öğreniyorlar benden.
Mustafa Turan’dan öğrendikleri gibi.