İnka İmparatorluğunun genç kralı Atahualpa Kapak’ın boynu bir yay kirişiyle kırılıp soğuk taşların üzerinde çaresiz ve yavaş bir ölüme terk edildiğinde, onun çocukluğunda uyuduğu altın beşiği, oturduğu taht, boynunu süsleyen takılar ve o güne dek bakıp dua ettiği Güneş kursu İspanyollar tarafından eritilip Cuzco’daki sarayının avlusunda külçe haline getiriliyordu. Boynu kırık, yüzü kızgın şişle dağlanmış Kral, donuk bakışlarla izliyordu olup biteni. Eriyip akan altının pırıltısı, sarayın dört bir yanında parçalanmış insanların kurumuş kanları ve gökyüzünün mavisi birbirine girmişti zihninde. Kulaklarında hala şehrin bir yerlerinde doymak bilmez bir hırsla öldürülen insanların kirletilen kadın ve çocukların çığlığı yankılanıyordu.
Onun 1533’te ölümünün ardından yerlilerin İllapa diye anıp inandığı güneş her sabah daha büyük boyutlarda ve daha korkunç katliamları aydınlattı. O günden sonra İnka halkı ülkelerine güneşin doğduğu diyardan gelip giren sakallı, beyaz yüzlü, demir elbiseli insanları güneşten damlayan gözyaşı olduğuna inandıkları altının, bakire kızların, kuş tüylerinin ve meyvelerin tatmin etmeyeceğini kesin olarak anlamıştı.
Tanrının hiçbir vahyini işitmeden yaşayan ve bir sabah Cuzco meydanında vücudu beş iri ata bağlanıp paramparça edilen Tupac Amaru’nun ruhu mutlu olsun… Tupac, ülkesini istila eden kana doymaz beyaz adama karşı direnmişti Peru’nun Vilcabamba dağlarında. Onursuz bir yaşamı, köleliği ve başkalarının dayattığı kutsalları reddetmişti çevresindekilerle beraber. Hayat bir taneydi, tıpkı onur gibi…
Adı pırıltılı yılan anlamına gelse de bir dağ kartalıydı o. Sapan taşlarıyla, zehirli oklarla karşı koymuştu kendisine köleliği teklif eden yüzü beyaz, kalbi kapkara İstilacılara ve sonunda onurlu bir ölümü seçmişti halkının gözü önünde.
1572’de atlara bağlanmış kolları, bacakları ve kafası birbirinden ayrılırken tarih onurlu bir liderin ölümünü not düşüyordu onursuzluklarla dolu kalın defterin bir köşesine.
Onun ölümünün ardından beyazlara ve onların sunduğu kan ve nefret dolu Mesih masalına karşı koyup sonu belli direnişin bayrağını devralan başka kahramanlar da yaşadı beyaz adamın Tanrı tarafından tüm zenginlikleri ve insanlarıyla birlikte kendilerine hediye edildiğine inandıkları Yeni Dünya kıtasında. Kuzey Amerika’da Cheyenlerin reisi Kara Kazan, Dakotaların reisi Koca Ayak, Crowlar, Apaçiler, Sioukslar… Hepsi bildikleri gibi yaşamayı tercih etti başkalarına benzemeye. Ve her seferinde daha korkunç bir ölümle susturuldular. Binlerce, milyonlarca kayıp verdi yerliler. Bir çok kabile sahip oldukları her şeyle birlikte hiç varolmamışçasına bitirildi. Onların acısını ve onurlu savaşını en güzel şekliyle Sunay Akın aktardı bizlere. Onlardan kıtalar ve denizler ötesinde yaşayan Türklere Türk diliyle anlattı onurlu Kızılderililerin Kızkulesine yansıyan çığlıklarını.
Sahi Sunay Akın… Parmakları arasında tuttuğu kalemin vicdanını yüreğinde hisseden adam… Mashadov’u vurdular dün akşam… Tıpkı Tupac Amaru gibi, Koca Ayak, Oturan Boğa ve Kara Kazan gibi ‘ özgürlük istiyorsan al sana ölüm ’ dediler. Mashadov Chechen değil de Cheyen olsaydı yazar mıydın onların şerefli öykülerini. Ağlar mıydın kaleminle tıpkı Tupac Amaru’nun sığındığı Vilcabamba dağları gibi mağrur Vedeno’ya, istilacıların harap ettiği Cuzco kadar yıkık Grozni şehrine ve en az Kuzey Amerika toprakları kadar yeşil ve bereketli Kuzey Kafkasya’ya.
Garip tesadüflerle birbirine çakışıyor Kızılderililerle Kafkasyalıların kaderi. 8 Kasım 1864 yılında Cheyenne ve Arrapaho kabilelerinin yerleştiği kampı Albay Chivington askerleriyle yakıp yıkarken ve kılıçlarıyla kadınların kollarını keserken benim halkım da takalarla, teknelerle sürgün yoluna çıkmıştı. Bildikleri, tanıdıkları her şeyi arkalarında bırakıp çöllere bozkırlara dağılmışlardı. Çocuklarını satmışlardı Sunay Akın… aç kalmasın, ölmesin diye satmışlardı tanımadıkları beyaz değilse de kendilerinden daha esmer ve kısa boylu adamlara… 21 Mayıs 1864’te Kbaada düşmüştü tıpkı senin anlattığın Arrapaho köyleri gibi ve kendisini korumak için kollarını kaldıran kadınlara kılıç çekilmişti. O gün beyaz değilse de sarı adamlar yoruldukları için bırakmışlardı insan doğramayı. Sunay Akın ! Kbaada’dakiler Aşuwa değil de Arrapaho olsaydı yazar mıydın onların öyküsünü de?
Çok eski değil… Abrek Zelimhan doksan yıl önce dağa çıkıp savaşmayı yeğlemişti Ruslaşmaya. Tıpkı Sioux kahramanı Çılgın At Tashunka Wıtko gibi, onlara; “ memleketimi satan her kimse önce benim kurşunumu yiyecek yüreğinin en acılı yerine ” demişti. Dağ kuytularında direnmişti, saklanmıştı, vurmuş ve kaçmıştı. “ Ölüm! ” diyordu… “Sen soğuksun fakat yurdumun dağ pınarları kadar tatlı ve serin geliyorsun bana… senden korkmuyorum ” diyordu. Tıpkı Çılgın At’a ihanet ettikleri gibi onu da düşmana satmışlardı. 26 Eylül 1913 sabahı karısını ve kızını çağırıp onun katılaşmış bedenini gösterdiler. “Eşin bu mu?” dediler karısı Bitsi’ye. “Değil,” dedi. “Benim eşim Çeçenler tükenmedikçe ölmeyecektir.”
Ah Sunay Akın… Sen onları göremedin, sen onlara ağlayamadın. Çünkü onlar ne Amerika kadar uzaktaydılar ne de Atahualpa kadar eskide… Onlar başucumuzdaydı. İçimizde, aramızdaydı. Western filmlerindeki Kızılderili reisleri kadar mağrur ve dikbaşlıydılar. Ama anlatmıyorlardı acılarını. Çünkü onların dili de Navajolarınki kadar yabancıydı kulaklarımıza.
Ya Şamil’i ne yapmalı… Onu kimler yazsın? Yaşadığı devirde Marks vardı. Tanrıya inanmasa da göğüs kafesinde bir yürek taşıyan Karl Marks “Ey uygar dünya! Özgürlük için neler verileceğini Kafkasyalılara bakıp öğrenin.” Diyordu. Dağları avucunun içinde hissetmedikçe rahatlamayacağını haykıran Rus Çarının ordusundaki romantik subay Lermontov’un mavi Germen gözleri kaç kez yaşarmıştı Kafkas dağlarına bakıp. Giriştikleri haksız ve hayasız istilaya karşı koyan dağlıların erdemini yazıp yaşatan bir o vardı işgal ordusunun içinde. “Kalkın Çerkes gençleri !” diyordu. “Bu ülkede ölüm de dostluk kadar gerçektir.” O bunları söylerken Kafkasyalı analar soğuk dağ kuytularına sığınıp kucaklarında sakladıkları çocuklarına vatan ve özgürlük denilen şeyi kaybetmemek için kendilerini nasıl feda edeceklerini anlatıyordu.
Oysa 1965’te Vedeno’da dünyaya gelen ve Che şarkılarıyla büyüyen Şamil adlı bir efsane hala yaşıyor oralarda. Marks yok, fikirleriyle birlikte tarih oldu kimine göre. Lermontov’un bir düelloya kurban gidişinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti. Kimsecikler kalmadı onları yazan, onları anlayan…
Sahi Sunay Akın… Ne güzel yakışırdı senin dizeline Şamil’in gülümseyişi. Onun Vedeno’daki evi bombalanıp ailesinin tüm fertleri öldürülürken sen “ İstanbul’da bir Zürafa ” kitabını yazıyordun. Çahar’ın karısı Alla’nın hüzünlü yüzü ne ilhamlar verirdi şiirlerine. Sahi Sunay Akın, Dudayev’in vücudu uydu kumandalı füzelerle paramparça olurken sen, sen ne yapıyordun?
Biliyor musun? Mansur Karadeniz kıyısında bir zindanda gözlerini hayata yumarken yüzü en çok Atahualpa’ya benziyordu. 1863 yılında Beyaz adamlarla barış görüşmesi yapmak üzere Colorado’ya giden yaşlı Apache reisi Mangas’tan tek farkı başında kartal tüyü yerine doğmamış oğlak derisinden yapılma bir kalpak duruyor olmasıydı belki. İkisinin de ayaklarını yaktılar, ikisi de karşı koyunca kurşunladırlar, dipçiklediler, sonra bir hayvan ölüsü gibi olduğu yerde bıraktılar. Sen onu da bilmiyorsun Sunay Akın… Çeçenlerin savaşlarını konu alan filmler çekebilecekleri bir Hollywoodları olmadı hiç. Şamil Dargo’da bir avuç askeriyle birlikte ordularla üzerine gelen düşmana karşı direnirken Tupac Amaru kadar haklıydı. Sen onu da bilmiyorsun Sunay Akın. Seyrettiğin filmlerde Gunipli Şamil hiç olmadı.
Ve keşke haberin olsaydı, tıpkı kırk iki yaşına geldiğinde geride kırk iki ceset bırakan Teksaslı Wos Harding gibi, Kafkasya’yı işgal eden Çar ordularının komutanı Yermolov’un da öldürdüğü insanların kafalarını bal içerisinde saklayıp Avrupa’ya sattığını, onun her gün bir insanın kafasını kesmek gibi bir saplantısı olduğunu Puşkin’den okuyup makalelerinde yazardın belki. Birilerini Kızılderililere ağlattığın gibi Çeçenlere de ağlatırdın kim bilir.
Şairler ağlamazsa kim tutacak onların yasını. Hem kabul etmelisin ki şairler toplumların vicdanlarıdır. Yazık bu koca dünya şu zamanın ahirinde mazlum, masum ve gadre uğramış insan yığınlarına bakıp sızlayacak bir vicdandan bile yoksun. İnanmayıp neylemeli kader karşısında. Suyun içindeki deniz atıyla bozkırda koşan atın arasındaki benzerlik gibi bir şey bu. Benim halkım da Sunay Akın… Benim halkım da senin Kızılderili insan kardeşlerin gibi rezervasyona yerleştirilmek istenmişti aynı dönemde. Yaşadıkları dağlardan inip bataklık ve düz arazilere köyler kurmaları emri gelmişti. Tıpkı Washington tarafından kendilerine susuz çöllerde yer verilen Kiowa, Apaçi ve Comanchiler gibi Abazinlere, Ubıkhlara, Bjedukh, Jane, Şapsıg ve Kabardeyler’e düzlüklerde yer gösterilmişti. Bu utanç verici teklifi kabul etmeyenler öldürülüp susturulmuştu ebediyen. Biz de kabileler halindeydik senin Kızılderililerin gibi ey sevgili şair! Aramızdaki tek fark Kızılderili kabilelerinin adını sen baba soyunu sayar gibi sayarken bizlerin adını duymamıştın hiçbir zaman…
Gelip geçti Sunay Akın… Her şey gelip geçti. Amerika’da senin Kızılderililerinden kalmadı artık. Var olanlar Mesih’e inanıyor, tam tamları sustu, tomawhklarını sadece beyazlar için gösteri yaparken kullanıyorlar. Çoğu esrarkeş oldu, dumanla haberleşmeyi bile bilmiyorlar. Ya benim yurdum Sunay Akın… Ya benim kabilem, soyum sopum Sunay Akın… Onlar yeryüzünün orta yerinde hala vahşi Kızılderilermiş gibi kesiliyor, bombalanıyor, öldürülüyor. Sen susuyorsun, sen bilmiyorsun, sen hala İstanbul’un dört bir köşesinde bir Kızılderili’nin mokasen izini arıyorsun. Bu arayış esnasında Beykoz’da bir yıkıntı bina içine sığınmış yüz elli kişilik mülteci grubunu, Fenerbahçe’de deniz kirlendikten sonra kullanılmayan plaj tesisleri içine sığınmış yüz kadar kayıp insanı görmen için ne yapmalı. Belki bir gün, denizin dibinde batık bir Yahudi göçmen gemisi ararken benim dedelerimi İstanbul’a getiren teknenin batığını da bulursun kim bilir, İstanbul’da Kızılderili ararken adı Alhazor, Magi, Bitsi, Tsatsita, Toita olan birilerine rastlarsın belki. Bilesin ki Cheyen değil onlar… Onlar çocukları yeryüzünün dört bir yanına sonbahar yaprakları gibi savrulmuş, onlar yurtları harap olmuş, yürekleri yangın yerine dönmüş Çeçenler… Bulursun belki bir gün, her lafa dönmeyen dillerinden anlarsın el olduklarını. Fark edersin İstanbul’un orta yerinde hala varlığı bir Kızılderili gibi iğreti duran kayıp insanlar olduğunu… Benim bütün ümidim bu.
Dün Mashadov’u sığınağında kurşun yağmuruna tutarlarken sen ve memleketin bütün şairleri susuyordu. O özgürlük direnişinin bayrağı olmayı kabul ederken akıbetinin kendisinden öncekilerden farklı olmayacağını biliyordu. Saddam gibi yanında Amerikan yapımı çikolata kutularıyla ele geçmedi Mashadov. “ Durun ben Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin!” deyip ellerini kaldıran meşru cumhurbaşkanı gibi… Mashadov farklıydı Sunay Akın, çok farklıydı. Bu fark senin karanlık sularda batık aramaya alışkın keskin gözlerinden, şair yüreğinden nasıl kaçtı. Bir devlet başkanı, bir direniş sembolü, bir gerilla lideri nasıl ölürse, Tupac Amaru, Che Guevera, Abrek Zelimhan, Çahar Dudayev nasıl öldüyse Mashadov öyle karşıladı kurşunları. Verdiği savaşın bir onur savaşı olduğuna öyle emindi ki bu uğurda dedeleri gibi, kendisinden öncekiler gibi hiç tereddütsüz can vermekten çekinmedi. Tanrıya övgüler olsun ki benim halkım hala haklı ve onurlu olanın nasıl ölmesi gerektiğini dünyaya gösteriyor.
Tıpkı bundan yüz yıl önce İçkeria dağlarında kuşatılan altı savaşçının, Rus askerlerinin teslim ol çağrısına verdikleri cevap gibi. “ Teslim olmayacağız. Siz bizim savaşarak öldüğümüzü çocuklarımıza anlatın yeter.”
Dün Kızılderililere vahşi diyenler, bugün Çeçenlere terörist diyor. Dünya elele vermiş onlara karşı uluyor, eleştiriyor, yuh çekiyor. Oysa düşün Sunay Akın, onlar da tıpkı senin Kızılderililerin gibi vatanını savunuyor. Onların dilini de hiç merak etmiyorlar, onlar başkalarının dilini öğrensin, onlar başkaları gibi olsun istiyorlar.
Oturan Boğa’ya, Geronimo’ya terörist diyenler Movsar’a da terörist diyor Sunay Akın. Hatırlasana o Moskova’da tiyatroyu basıp “Benim halkımı işte böyle esir aldınız. Düşün yakamızdan” dediğinde dünya nasıl ulumaya durmuştu. Terörist demişlerdi tıpkı Kızılderililere geçmişte dedikleri gibi. Movsar’ın kendisine “Teslim ol ve esareti kabul et. Ölümden başka şansın yok “diyenlere verdiği cevap senin kulaklarına ulaşmadı mı Sunay Akın. Neden onu da bir şiirinde kullanmadın. “Kak vıy hotite jit, tak ya haçu umirit !” oysa ne güzel bir başlangıç olurdu özgürlüğe adanmış bir şiire. “Sizin yaşamı istediğiniz kadar ben de ölümü istiyorum ! ibaresi.”
Çünkü kalmadı o insanları hayata bağlayan hiçbir şey. Şehirleri yıkıldı, kitapları yakıldı, kadınların onurları kırıldı, çocukları öldürüldü, delikanlıları sakat bırakıldı. Ve uygar dünya kulaklarını tıkadı onların seslerine. Şairler kalemlerini kırdı. Benim halkım Sunay Akın, benim halkım her dört insanından birini kaybetti bu savaşta. Oysa sen, oysa özgürlüğe kalemini adayan şairler ve zihni hayale hapsolmuş romancılar siz hiçbir zaman görmediniz bizim özgürlük için yitirdiklerimizi. Sizin katınızda biz beş asır önce söylenmiş bir Kızılderili şarkısı kadar bile önemli değiliz.
Mashadov öldü… Mashadov öldü bu ülkenin şairleri duymasın. Senaristler hiçbir ananın doğurmadığı şahıslar uydursun, öyküler çiçeklere dair olsun. Bu memleketin en vicdanlısı bile olup olmadığı meçhul soykırımlara insaf eylesin. Biz vuruşacağız dünya böyle bilsin. Çünkü artık biz onların hayatı istedikleri ölçüde ölümü arzu edenleriz.
Hulusi Üstün