Adil geldiğinde İstanbul’a yağmur yağıyordu. Şehir içi trafiğinde saatler süren yolculuk boyunca aracın camından kalabalık, ıslak ve kasvetli şehri izleyip durdu. Yağmur ertesi gün de kısa aralıklarla sürdü, daha sonraki gün de… Adil ıslak bir sokak köpeği gibi üşüyordu.
Daha önce televizyon dizilerinde görüp merak ettiği masal şehrinin adını bir türlü telaffuz edemediği uzak bir semtindeki eski bir binanın soğuk odasında üç gün dışarıya çıkmadan yattı. Sıtma tutmuş gibi titreyerek, üzerine örtülmüş iki kat battaniyenin içinde üşüyerek… Kendisinden önce bu daireye yerleşmiş uzak amcaoğlu endişe ediyordu. Onun için pişirdiği bol kimyonlu mahluta çorbasını sabah akşam burnunun ucuna dayıyor, yatağında doğrultup içmesini istiyordu.
-Ya İbn ammi ![1] Buranın havası sana yaramadı. Bir kaç gün içinde vücudun alışacaktır. İyileşeceksin’ diye teselli veriyordu.
Onun bu sözleri ateşler içinde yanan Adil’i hayaller içine düşürüyor, hangisi gerçek hangisi zihninin oyunu olduğunun ayırdına varamadığı sesler ve görüntüler sinema fragmanları gibi peşpeşe gözlerinin önünden geçiyordu. Bunlardan en sarsıcı olan Şeyh Alvan’a aitti. Şeyh, evinin havuzlu bahçesindeki nar ağacının altına kurulu sedire oturmuş nargile fokurdatırken konuşuyordu.
-Arap devenin yaşamadığı yerde yaşayamaz. Hicazdan yola çıkan bir devenin durduğu nokta Arap’ın yaşam alanının sınırıdır. Oradan ötede Arap’ın rızkı yoktur, Arap olmanın kıymeti yoktur. Hatta o sınırın ötesinde Arapça duadan ibaret bir dil olur. Yakarışın dilidir, anlaşmanın değil. Tarih boyunca Arap devenin yürümediği yerde yurt tutamadı. Dönüşüp başka bir şey oldu. Ne kadar uzun süre kalırsa kalsın devenin olmadığı topraklar Arap’ı kustu. Örnek mi, al sana Endülüs… Bunca insan nereye gidiyor, nerede yaşayacaklarını sanıyorlar, bunca insan helake gittiğini nasıl görmüyor?
Adil, çorbasını içmeye çalışırken Şeyh Alvan’ın bu sözleri kulağında çınlıyor, çorbanın içindeki yoğun kimyon kokusuyla memleketinde, olduğu hayaline sığınıp teselli oluyordu.
Üç günden sonra kendine geldi. Amcaoğluyla birlikte dışarı çıkıp yakındaki bir alışveriş merkezine kadar yürüdü. Televizyon dizilerinde gördüğü insanların arasındaydı. Avrupalı görünümlü genç kadın ve erkekler, sarışın, esmer, beyaz tenli, güzel veya çirkin ama hemen hemen hepsi bakımlı, hemen hemen hepsi şık insanların arasında memleketinde bile sık karşılaşmadığı türden tamamıyla örtülü siyah kıyafetli, peçeli kadınlar görmek onu şaşırtmıştı. Hatta tarih dizilerinin içinden fırlamışa benzeyen bir kaç sarıklı, cübbeli, sakallı adam… Türkiye buydu demek…
. . .
Günün ilk saatlerinde Halep kalesinden bakıldığında henüz uykudan uyanmamış şehir, görkemli bir mezarlığa benzer. Kimi büyük, kimi küçük mezartaşlarını andıran yapıların arasında tek tük ağaçlar… sonra yine taş binalar, taş konaklar arasında baş kaldıran minareler… her şey insan eliyle yapılmamışçasına ufukla, toprağın rengiyle, gökyüzüyle uyum içindedir. Sanki arzın bu noktasında hiç bir şey yok iken gökyüzünden bir taş düşmüş ve suya atılmışçasına halkalar oluşmuştur çevresinde. Her halka başka zamana ait… Eskiden yeniye doğru yol yol açılıp genişler. Halep zamanın binlerce yıl içinde taşa işlediği bir nakış gibidir.
Var mıydı Halep… Hiç oldu mu öyle bir şehir… Yoksa anne rahmine düşmeden önce yaşayıp unuttuğumuz bir başka alem gibi hayalden, kurgudan mı ibaretti. Var mıydı Halep… sisin, toz bulutunun içinde belli belirsiz şekillenen zarif taş yapılar, cıvıl cıvıl kapalı çarşı ve görmüş geçirmiş camiileriyle sabahın seherinde kımıldanıp canlanan bu eski şehir hiç var oldu mu?
. . .
Memleketine bahar gelmeden önce… Adil için Türkiye, hele de İstanbul, Kitap’ta anlatılan cennet gibi bir diyardı. Herkes güzeldi orada, hava ne sıcak ne soğuk. Portakal ağaçlarının üzerine kar düşerdi kış olunca. Çağıl çağıl suların aktığı, çam ormanlarının gökyüzüne değdiği bir masal ülkesiydi.
Halep’teki hayat ise durağan… Şehrin yeni semtleri zamanın elinde değişip dönüşse de eski Halep aynıyla dururdu. İnsanlar aynı taş sokaklardan gelip geçer, aynı eyvanda gölgelenirdi. Çocuklar babalarından gördükleri usule göre yaşarlardı bu şehirde. Kadınlar ninelerine benzerdi. Dede ve torun aynı ağacın altında gölgelenirdi. Ağaçlar kesilmezdi, şarkılar eskimezdi. Halep zeytin kokardı, defne kokardı, tütün kokardı.
Adil’in ailesi üç kuşaktır aynı dükkanda marangozluk yapıyordu. İki yanı küçük pencereli taş evlerle çevrili dar bir sokağın içinde, yeşil çerçeveli camekanları olan, içi talaş kokulu, vernik kokulu küçük dükkan onların üç kuşaktır gündüzlerine mekanlık etmişti. Evleri ise bu sokağın sonundaki çıkmazda, cümle kapısı küçük bir havuzlu bahçeye bakan sıcak bir yuvaydı. ‘Neccarların evi’ derlerdi o eve. Babası ve amcası aynı cümle kapısının açıldığı bahçenin sağında ve solunda yer alan iki ayrı hanede bir arada otururlardı.
Adil bu eve gelin gelmiş, bu evde yaşlanmış bir kadının kırkından sonra doğurduğu son evladıydı. Raife diyorlardı annesine. İlk çocuğundan olan torunu ile son deminde doğurduğu evladını aynı odanın içinde büyütmüştü Raife. Adil bu kadının kucağından indikten sonra önce küçük havuzlu harem bahçesinde yürüyüp oynamıştı, sonra evin cümle kapısının açıldığı çıkmaz sokakta.
Dünyanın en güzel çağında, dünyanın en güzel mekanı olan bu çıkmazda büyümüştü. Halebi taşından yapılmış kimisi iki katlı taş binaların oluşturduğu dar sokağın girişindeki köşede yaşlıların vakit namazını beklerken nargile fokurdattıkları bir kahvehane vardı. Kahvehanenin yıllar boyunca değişmeyen dekoru Adil’in zihninde bir masal dünyasından farksız. Alçak masaların etrafına dizili küçük tabureler, beyaz boyalı duvarlara asılmış rengarenk ipek halılar, halıların üzerinde efsaneler çağına ait garip mahluklara benzettiği soyut şekiller, bir köşede günün her saati sıcak olan çay ocağı ve tezgah, duvarda eski saat, saatin altında artık konuşmayan lambalı radyo…
Ağırlıkla camii cemaatinin ve evinin uzağına gidemeyen yaşlıların mekan tuttuğu kahvehanenin sahibi Casim adlı Amudalı bir Kürt’tü. Adı gibi kocaman cüsseli, bu karayağız adam çoğu zaman iki namaz arası vaktin tamamını burada ‘acemî çay’ içerek geçiren yaşlıların herbirini her sabah çok uzaktan gelmişçesine hürmetle karşılar, Amudalı Kürtlere özgü bir çocuksu tavırla onların ellerini öpmeye davranırdı. Hepsi yaşıt görünen boy boy oğullarıyla birlikte çalıştırdığı kahvehaneyı sabahın alaca karanlığında açar ve yatsı saatinde camiye giderken kapardı.
Kahvehanenin yanında değme doktoru cebinden çıkartacak tıp bilgisine sahip sıhhıyeci Miger’in evi… Miger dedikleri haftanın yedi günü kravat takan ince bıyıklı kısa boylu bir Ermeni. Sokağın en şen adamı. Üç dinin tarihini gözü kapalı anlatır, Müslümanlara ve Yahudilere ‘İbn Ammi!’ derdi. Amcaoğlu… Üç din birbirinin kardeşiydi Miger’in gözünde. Üç dinin mensupları da birbirinin amcaoğlu.
Onun yanında Adil’in babasının kuzeni, eşsiz ve çocuksuz yaşayan yaşlı Şeyh Alvan’ın evi, onun yanında Adil’in çocukluk aşkı Ferah’ın evi.
Ferah bu çıkmazın en güzel çiçeğiydi.
. . .
-Türkiye büyük bir ülke diyordu Adil’e amcaoğlu Mahmud. Bir ucundan diğer ucuna iki günde gidiliyor. Her köşesi başka bir iklim… Allah bu memleketten hiç bir nimetini esirgememiş. Savaşın ne zaman biteceği belli değil, bitse bile ne Suriye eski Suriye, ne Halep eski Halep… Allah bir başka yerde başka bir hayat kurmamızı murat etmiş olmalı ki bizi memleketimizden çıkartıp darmadağın etti.
Oturdukları eski halının ortasına konmuş tepsinin içindeki su bardaklarına tek demlikte hazırlanmış koyu çayları doldurken yeni bir sigara yakıyordu Mahmud.
-Üzülme… Annen şanslıydı. Ölüp kurtuldu… Sekseninden sonra bir başka memlekete nasıl alışır, evlatlarının dağılmış olmasını, bir başka yerde yeni bir hayat kurmak zorunda olduğunu ona nasıl anlatırdın? Ölüm de bir lütuf…
‘Ölüm de bir lütuf’ sözü İstanbul’a geldiği günden beri daha çok susup dinleyen Adil üzerinde kırbaç etkisi yapmıştı. Ölüm lütuf olur muydu? Eğer ölüm lütuf ise yaşamak için bunca sıkıntıyı neden göze almışlardı? Ölüm lütuf ise yaşamak neydi?
‘Yaşamak neydi? Bir kaç yıl öncesine kadar kendisine bu soruyu soracak olana ‘yaşamak güzel bir şeydir’ diye cevap verirdi. Ta ki savaş çıkıncaya dek. Ta ki komşuların birbirini öldürebileceğini, evlerin harap olacağını, yaşlı kadın ve çocukların yollara düşeceğini, küçük çocukların kollarının bacaklarının oyuncak bebeklerin kolları bacakları gibi kopabileceğini görüp anlayıncaya dek.
Yaşamın güzel olduğunu düşündüğü zamanlar Adil genç, Halep huzurluydu. Ömrü bir marangoz atölyesinde birbirinin aynısı günleri sayarak geçiyordu. Akşam çocukluk aşkı sevgili eşine sarılıp bir bebek gibi korkusuz, endişesiz uyuyordu. Aynı ezan sesiyle uyanıyordu, aynı sıcaklıktaki suyla abdest alıyor, aynı halının üzerinde dua ediyordu.
O böyle dingin bir hayatın içinde yaşayıp giderken Cami el Kebir’de toplandıkları Cuma namazlarında ahşap kürsünün üzerinde bağdaş kurmuş vaiz ‘Dünya hayatı imtihandır!’ diyordu. Yaşamın imtihan olduğuna ilişkin ayetlerden hadislerden deliller getiriyordu. Yaşam imtihandı. Zorluklarla sınanacaklardı, yokluklarla, nefisleriyle, malları ve canlarıyla, sevdikleriyle..
Adil’in oturduğu çıkmaz sokağın sakinlerinden Sıhhiye Miger ise ‘Yaşamak tanrının armağanıdır’ diyordu. ‘Hediyedir yaşamak… Kendisine bu güzel hediyenin verildiği kulun mutlu olması, eğlenmesi, gülmesi gerekir,’ diyordu. Akla yatkın geliyordu Miger’in söyledikleri. Yaşıyor olmak mutlu olmayı gerektirirdi. Gün doğuyordu, gün batıyordu. Haleb’in üstüne bir ılık rüzgar esiyordu. Yol tozuyordu, zeytin ağaçları kımıldanıyordu. Avlunun ortasındaki havuzun fıskiyesinden tertemiz su sakin bir çağıltıyla dökülüyordu. Radyoda Sabah Fahri, ‘Kadduke el Mayyas’ adlı şarkısını söylüyordu. Annesi humus çırparken eşlik ediyordu Sabah Fahri’ye. ‘Kadduke el Mayyas ya Omri !’ [2]
‘Halep’in her hanesinde bir bülbül var!’ derlerdi. Tanrı Haleplileri sesleriyle sedalarıyla ayrıcalıklı kılmıştı. Şarkılar Halepli’nin dilinde bülbül şakırtısına dönerdi. Mısırlılar nasıl Ümmü Gülsüm ile övünürse, Sabah Fahri de Halep için öyle bir onur. Kısa boyu, kısa kollarıyla bir aşçıya benzerdi Sabah Fahri. Sesi bir Halep aşı kadar lezizdi. Halepliler Sabah Fahri ile, Sabah Fahri de Halep ile fahr ederdi[3].
Neccarilerin evindeki bülbül ise Raife. Adil onun şarkı söyleyen sesini Sabah Fahri’den de bülbülden de güzel bulurdu. Dupduru, dingin, insanın yüreğine değen bir sesti bu. Bütün çocukların annelerinin sesinde bulduğu huzurdan daha fazlasını verirdi işitene. Adil küçük bir çocukken annesinin şarkı söylediğini duyduğunda durup dinlerdi. Plaklarda, kasetlerde dinlediği şarkıları olduğundan daha güzel söylerdi Raife… Dakikalarca süren tarablar onun dilinde su gibi akardı, Ümm Gülsüm şarkıları asıl sahibini aratmayacak bir yumuşaklıkla yakışırdı Raife’nin sesine. Adil’in annesi öyle emsalsiz bir bülbüldü.
Yaşamak Miger’in söylediği gibi ilahi bir hediye miydi …
. . .
‘Bahar geldi!’ demişlerdi. Sadece Diyar-i Şam’a değil, Tunus’tan, Libya’dan Yemen’e kadar bütün memalik’el Arab’a… Dünyanın kalbi olan bu topraklara yüzyıllar önce çöken karanlık dağılacaktı…. Özgürlük isteyenler sokaklara dökülmüşlerdi. Ardından askerler, polisler çıkmıştı karşılarına. İnsanların öldürüldüğünü duymuştu. Şam’da insanların öldüğü haberi geliyordu. Ülkenin kuzeyi bambaşka bir hal almıştı.
Sonrasında olup bitenler bir resmin yırtık parçaları gibi birbirinden kopuk, birbirine birleştirilemeyen görüntüler halindeydi Adil’in zihninde. Önce halk baharı çağırmak için sokağa çıkmıştı. Aylardan Mart’tı. Yaz sonunda Halep hareketlenmişti. Güvenlik güçleri göstericilere ateş açmış, iki kişi ölmüştü. Sonrasında güvenlik güçlerine karşı saldırılar başladı. Sırasıyla önce polis noktaları, sonra kamu kuruluşları, ardından fabrikalar, mağazalar talan edilmiş, yakılmıştı. Halep civarındaki yerleşim yerlerini ele geçiren yabancı savaşçılardan kaçan insanlar Halep’e sığınmıştı. Sonraki bir yıl içinde devlet güçleri ile kendilerine özgür Suriye Ordusu adı veren güçler arasında şiddetli çatışmalara sahne olan şehir ikiye bölünmüştü.
Askeri Üniversite ve Harp Akademisinin bulunduğu Hamadaniyye ve yeni Halep hükümet güçlerinin, tarihi Halep Kalesinin etrafındaki Cedidiye, Tahtel Kal’a, Cami-i Kebir gibi mahalleler özgürlükçülerin… Artık en önemli mesele kimin Alevi, kimin Sünni, kimin Ermeni, kimin Türkmen, kimin Kürt olduğuydu. Yabancı memleketlerden insanlar Halep sokaklarında dolaşıyorlardı. Şehir silah sesleriyle uyanıyordu, şehir silah sesleriyle uyuyordu. Şehir kusuyordu, camiler küsüyordu. Harap binaların harap sokakların arasında geziyordu Adil. Amudalı kahveci, kocaman cüssesiyle bir küçük tabureye oturmuş ellerini yüzüne kapayarak ağlıyordu. Annesi hastaydı, arkadaşlarının ölüm haberlerini alıyordu. Halep’te ekmek yoktu. Et yoktu…
Yaşamak neydi? Neye benziyordu yaşamak? Ne için yaşıyorlardı?
Aslında belki de ölüp gitmek en kolayı, en güzeliydi. Şeyh Alvan öyle derdi, ‘herşeyin zevali var.’ Evet herşeyin zevali vardı. İnsanların, evlerin, memleketlerin, şehirlerin bile… Kendi zevalini böylesine özlemle bekleyeceği Adil’in aklına gelmezdi.
Bir süredir bu hesapları yapmaktan yorgun düştüğünü fark ediyordu. Yoruluyordu. Zihni yoruluyordu, ayakları yoruluyordu, kolları yoruluyordu.
Mahmud ise gençliğin vermiş olduğu bir gayretle ona ümide dair bir şeyler anlatmaktan bıkmıyordu. Ümitli olmak için yeterince sebebi vardı onun. İstanbul’a ailesiyle birlikte gelmişti. Daha önceden bir çok kez gelip gezdiği bu şehirde önceden kurduğu ticari ilişkiler sebebiyle yalnız da değildi. Kendisi de eşi de iyi sayılabilecek derecede İngilizce biliyorlardı. Sadece iki çocukları vardı. Yanlarında kendilerini bir süre idare edebilecek miktarda para getirmişlerdi. Herşeyden önemlisi de Mahmud gençti.
-Annen buradan daha iyi bir yere gitti. Onun için üzülme, diye tekrar etti.
Annesinden bahsedilince Adil’in yüreği bir zılgıt sesine teslim oluyordu. Başını öne eğdi. Her evlat gibi onun yüreğinin baş köşesi de bir kadına aitti. Beyaz tülbentinin altından görünen ince saç örgüleri kınalı, esmer yüzü çizgi çizgi bir yaşlı kadındı bu. On yıl önce eşini kaybetmiş, onun bıraktığı düzenin yıkılmasına izin vermemiş, evlatlarını iri bir çınar ağacı gibi gölgesinde barındırmış bir ulu kadın.
‘Adil ! Adil… ya Umri[4]… Umri maek ya Adil[5] ! Sen git. Sen git ben burada öleyim. Halep’ten kalan her taşı benim mezar taşım sayarsın. Sen git… Çoluk çocuğunu kurtar.
Adil annesinin bu yalvarışını unutmayacaktı.
-Memleketimden annem için çıkmıştım, diyebildi. Tedavi ettirebileceğimi düşündüm.
-Yapma Allah için… yaşlılığın şifası mı var, diye itiraz etti Mahmud.
-Öyle ama ömrünün son günlerini memleketinde geçirseydi. Memleketinde bir mezarı olsaydı bu kadar üzülmezdim.
Mahmud iç çekip mırıldandı.
-Memleket mi kaldı Adil ! Halebin mezarları bile harap oldu. Kader… Değiştirilemeyen, önceden karar verilmiş bir yoldur. Annenin kaderini değiştiremezdin.
Adil elindeki çay bardağının sıcağıyla avucunu ısıtıp Mahmud’a bakarak konuştu.
-Onu gömdüğümüz yeri arayacak olsam bulabilir miyim bilmiyorum.
Mahmud gözlerini Adil’in kederli gözlerinden kaçırarak mırıldandı.
-‘Leysel gharibu gharibuş Şam ü vel Yemen
İnnel gharibu, gharibu lahd ü vel kefen..[6].’
Adil başını önüne eğip bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı.
. . .
-İslam Dünyasında şehirler yıkılmak üzere kurulur, diyordu Şeyh Alvan. İslam dünyasının şehirleri değişip duran, farklı dekorlarla hazırlanıp bir süre sonra bir başka dekora dönüştürülen tiyatro sahnelerine benzer. Bağdat’ı kuran halife, yıkan ise Hülagû… Halep kaç kere yıkılıp toprağa karıştı. Basra kaç kere, İskenderiye, Kahire, Şam, Kuneytra… Kabe bile yıkıldı. İslam memleketlerinde şehirler yıkılmak üzere kurulur.
O bunları söylerken Halep’in kıyı semtlerinden silah sesleri duyuluyordu. Ara ara uzaktan uzağa gelen top sesleri, silah seslerini bastıran gürültüyle yankılanıyordu şehrin üzerinde. Şeyh Alvan yorgun sesiyle başını iki yana sallayıp,
-Hicret etmek için çok yaşlıyım. Arap devenin yürümediği yerde yaşayamaz. Gelmeyeceğim, diyordu.
Adil ve kardeşleri toprak rengi yüzü kırışıklarla dolu Şeyh Alvan’ın karşısında sessizce oturuyordu. Hayatı boyunca bildiğinden şaşmayan bu yaşlı adama ne söylerlerse söylesinler ikna edemeyeceklerini biliyorlardı. Bununla birlikte kadın ve çocukları şehirden çıkarmak gerekiyordu. Bu görev Adil’indi.
-Sen git, dedi ağabeyi.
-Siz, diye inledi Adil.
-Biz onunla kalacağız.
. . .
İstanbul’a geldiğinin birinci ayında misafir olduğu evin yakınındaki camide karşılaştıkları bir adam, çiftlik işi yapıp yapamayacaklarını sordu Adil ile Mahmud’a. Mahmud için uygun bir teklif değildi bu. O bilgi birikimini kullanabileceği bir iş arıyordu. Bir süre daha ailesini geçindirebilecek miktarda parası da vardı. Hem ilk fırsatta Avrupa’ya geçmek derdindeydi.
-Sen git, dedi Adil’e. Sen git ve çalışmaya başla. Orada çok farklı kapılar bulursun. Bir süre sonra bir yolunu bulup Avrupa’ya geçeceğiz.
Ne yapacağı konusunda bir düşüncesi olmayan Adil bu teklifi kabul etmekten başka çaresi olmadığını biliyordu. Kabul etti. Dünya malı namına her şeyini sığdırdığı sırt çantasını alıp şehrin uzağında birbirine benzeyen villalardan oluşan bir siteye bakan geniş bir çiftlikte çalışmaya başladı.
. . .
Ahir ömründe yollara düşmüştü Raife. Daha önce düşmediği yollara. Eskiden yol ne güzel şeyler çağrıştırırdı. İnsanı görüp alıştığı dünyanın dışına götürürdü. Menzili merak edilirdi. Gidilir ve dönülürdü. Yola çıkış gibi dönüş de merakla beklenirdi. Arap için yol eğlenceydi… Yola çıkarken heyecanlanır, mutlu olunurdu. Gelin almak için çıkılırdı yola, eğlenmek için, eş dost akraba görmek için.
Bu kez sonu olmayan, menzili bilinmeyen bir yol çıkmıştı karşılarına. Güzel elbiselerini giymeye vakit bulamadan, hamrasız[7], pudrasız, ağlamaklı, endişeli yüzlerle yola çıkmışlardı. Neccarların kuşaklar boyu yaşadığı halebi taştan inşa edilmiş ev ayakta kalan kısmıyla hasta bir baba gibi ayağa kalkmış evlatlarını uğurluyordu. Raife bir duvarı çökmüş evin kapısını çekti yine de. Ümitti işte… Eğer bütün bunlar bir rüya ise dönüp gelecek, cümle kapısının iki kanadını da açacaktı konuklarına. Şehirde kalacak olan iki oğluna sarıldı. Dünya gözüyle son kez görüyor olma ihtimaline karşı yüzünü yüzlerine dayadı. O kadar kısa sürede o kadar çok acı görmüştü ki ağlayamadı…
Şeyh Alvan, doğduğu, büyüdüğü ve kocadığı sokakta yaşayan akrabalarını uğurlamak için evinden çıkmış, bastonuna dayanarak Neccarların evine kadar gelmişti.
-Selametle git Raife, dedi kuzeninin eşine.
Raife onun ceketinin ucunu tutup öpmek üzere eğildi. Şeyh Alvan yaşlı kadının omuzuna dokunarak engel oldu ona.
-Hakkını helal et kızım, dedi.
Adil’in kullandığı eski minibüsün arka koltuğuna üç çocukla birlikte sığışıp Türk sınırına doğru akan insan ve araç seline karıştılar. Raife’nin kalbi vücut ağrılarını bastıran bir iç acıya teslimdi.
Neccarların evi ise zılgıtlar eşliğinde dökülen gözyaşlarına…
Türk sınırına geldiklerinde karanlık bastırmıştı. Adil ve kızkardeşi, araçtan indirdikleri yaşlı kadının kollarına girdiler. O geceyi ve sonraki geceyi mahşer yerine benzeyen dışarıda geçirdikten sonra sıra kendilerine geldi. Bir otobüse binip Kilis’e geçtiler.
Raife’nin ömrü, baba evinden gelin olarak çıkıp geldiği çıkmazdaki iki katlı büyük evde geçmişti. Halep’in dışına hemen hemen hiç çıkmamış bu kadın için çadırlardan oluşan kampta geçirdikleri aylar seksen yıllık yeni bir ömür gibi zordu. Geldiğinin birinci haftasında hastaneye alındı. Bir haftalık müşahadeden sonra çadıra gönderildi. Evinde değilse de çadırında ölsün anlamına geliyordu bu gönderiş. Raife herşeyin farkındaydı.
Ağrıları şiddetlendiğinde vurulan iğne ile vücudu gevşiyor, elini, ayağını, başını hissetmez oluyor ve suskunlaşıyordu. Yaşlı bedeni ona ait değilmişçesine hareketsiz kalıyordu. İşte bu hali yaşarken yüreğinin acısını daha şiddetle fark ediyordu.
Ölecekti… ölecek ve bu yabancı diyarda, sevgili eşinin, ana babasının, atalarının kabrinden çok uzakta bir köşeye gömülecekti. Ölüp vücudunu saran illetin acılarından yangın yerine dönen, sefası kalmayan bu dünyadan kurtulacağına seviniyordu ama ölüsü ne olacaktı? Takatini toplayıp son bir sesle oğlunu çağırdı.
-Adil! Adil !
Çadırın bir köşesinde çok saçlı başını elleri arasına almış düşünen oğlu ayağa kalkıp annesinin yüzüne doğru eğildi.
-Evet anne !
Yaşlı kadın zorlukla yutkunup konuştu.
-Adil ! Buralarda ölürsem mahşer kalabalığında beni nasıl bulursunuz?
Adil boğazındaki düğümü çözüp cevap veremedi annesine.
Yaşlı kadın o gece sustu. Sabah tekrar hastaneye götürüldü. Üçüncü günün sabahında oğlu onu acıları dinmiş, rahatlamış bir yüz ifadesiyle boşluğa bakarken buldu.
Raife canını uçurmuştu.
. . .
Çiftlikte beş kişiyiz… ben hayvanlarla ilgileniyorum. Ahırın temizlenmesi, hayvanların bakımı benim işim. Daha önce böylesi bir işte çalışmışlığım yok. Ben marangozum… keresteye şekil veririm. Kaba, işlenmemiş bir ağacı oyup zarif bir mobilya ayağına dönüşürebilirim, ama çiftten, çubuktan, hayvandan, bahçeden anlamam… Başlangıçta bu işi beceremeyeceğimden kuşkuluydum. Zaman geçtikçe alıştım. Hayvanlar da ağaçlar gibi. Bakımı yapıldığında şekil alıyorlar, ürün veriyorlar. Yaptığım işin ellerimi kirletmesini umursamıyorum. Ne iş yaparsa yapsın insanın eli kirlenmiyor zira. İnsanın elini kirleten şeyin ne olduğunu ben Halep’teki son günlerimde görüp öğrendim.
Çiftlik sahibini ancak iki kere gördüm. Sadece selam verdi bana. O Arapça anlamıyor, ben Türkçe konuşamıyorum… Zayıf, sert bakışlı ama kibar bir adam… üst üste sigara içiyor. Türkler de Suriyeliler gibi… Sigara içmek normal, içmemek garip…
Diğer işçiler hayvanlarla ilgilenmiyorlar. Bahçe var, çiftlik evinin işleri var. Birisi sadece bekçilik yapıyor. Bizim memleketimizde kendisine ayağa kalkılacak, eli öpülecek, hürmet edilecek yaşta bir adam. Bana karşı öfke dolu olduğunu görüyorum. Çakır gözleriyle küfür ediyor bana sanki. Bir gün onun dilini konuşmaya başlarsam sebebini soracağım…
Ahırın yanındaki küçük barakada bana yer gösterdiler. Yatağım kırık bir çekyattan ibaret. Asıl rengini kestiremediğim bir çarşaf ve keçeleşmiş iki battaniye… Baraka birbirine kaynakla tutturulmuş tenekeden yapılma bir küçük sobayla ısıtılıyor. İçeriye cehennemden kor getirilse odanın ısısı bir derece artmaz. Her taraftan rüzgar giriyor, zemin çoğunlukla ıslak.
Diğer işçiler benimle birlikte yemek yemek istemiyorlar. Birlikte yemek üzere bir araya geldiğimiz ilk gün yaşlı bekçi Mesihi[8] olduklarını söyledi. Kuru elleriyle istavroz çıkartırken diğer işçiler kahkahalarla gülüyorlardı. Tahta masanın üzerindeki yemeği parmağıyla işaret edip ‘hınzır’ diyordu. Bir Mesihi’nin adının Ömer olamayacağını biliyordum. Mesihi olduğunu söyleyerek yedikleri yemeğe ortak olmamamı istemişlerdi besbelli. O günden sonra yemek saatlerinde onlara yaklaşmadım.
Çoğunlukla patatesten, bulgurdan, lahanadan ibaret yemeğimi kaldığım barakada yiyorum. İki aydır buradayım. Mahmut’la hemen hemen her gün telefonlaşıyoruz. Çocuklar kızkardeşimin yanında Nusaybin’de. Farah… Ya Farah… Sevgili Farah kim bilir nerede.
İki haftada bir gün iznim var. İzin günlerinde altı kilometre ilerde sahil boyunca uzanan şen ve zengin kasabaya bir kaç kere inmeme izin veriyorlar. Cehennemden çıkartılıp cenneti ziyarete gitmiş bir günahkar gibi hissediyorum kendimi. Ben yaslıyım, onlar şen… Ben yabancıyım, onlar buralı. Ben akşam olmadan çiftlikteki barakama döneceğim, onlar sıcak ve güvenli evlerine.
Türkiye’nin her yerine dağılan Suriyelilerin belki en az bulundukları yerlerden birisi bu kasaba. Bir kaç kişi ile rastlaşıp konuştuk. İlki Suriyeli bir Hıristiyan’dı. Selamın ardından kim olduğumu söyleyince küfür ederek döndü arkasını… memlekette böyle değildik oysa. Halleşirdik, selamlaşırdık, sarılırdık… sonrasında karşılaştığım bir kaç kişiye cesaret edip yaklaşamadım doğrusu… Gurbette bambaşka insanlar olduk hepimiz.
Amcaoğlum Mahmud’la görüşüyorum. ‘şükret!’ diyor… Çocuklarımın yaşıyor olduğunu biliyorum. Şükrediyorum.
. ..
Farah ile Adil aynı sokağın çocuklarıydı. Aynı taşlıkta oynamış, aynı mektepte okumuşlardı. Aileler birbirini yıllardır tanıyordu. Farah’ın dedesi Lazkiye yakınlarındaki bir köyden çıkıp Halep’e yerleşmişti.
Çocukluktan çıkıp gençliğe adım atarken birbirlerine olan sevdaları saklanmayacak hale gelmişti. Adil’in geçeceği vakit sokağa çıkıyordu Farah, Farah’ı gördüğünde Adil çarpılmış gibi donup kalıyordu. Neccarilerin kadınları Adil’i, Farah’ın ailesinin kadınları da Farah’ı karşılarına alıp konuştular.
-O bizim mezhepten değil !
İki genç, aralarındaki mezhep farkının evlenmelerine, bir araya gelmelerine mani teşkil etmesini kabullenemiyordu. Adil’in annesi göğsüne vura ‘Uhud min asiyl, nim ala hasiyr![9] ’ diyordu. Farah’ın annesi ise ‘milletinden almayan illetinden ölür…’
Bununla birlikte Farah’ın ailesi eğitimli, Adil’in ailesi görmüş geçirmişti. Sevdanın mezhebi olmadığını biliyorlardı. Neccar ailesinin büyükleri Farah’ı istemeye geldiğinde güleryüzle karşılandılar. Allah birdi, peygamber bir, kitap bir, kıble bir… Halep’te çok sık gerçekleşmeyecek bir evlilikti bu. Eski Halep’in az sayıda Alevi ailelerinden birinin kızı dindar bir sünni aileye gelin gidiyordu. Sıcak bir yaz günü düğünleri yapıldı. Neccarların eski evinin üst kattaki geniş odalarından birisi artık onlarındı. Keyifli bir çocukluğun, tertemiz bir gençliğin ardından mutlu bir evlilik çağı başlamıştı Adil için. Farah ona dört çocuk verdi. İkisi erkek ikisi kız dört çocuk.
Onlar Neccar ailesinin eski ocağını tüttüreceklerdi. Onlar da babaları ve dedeleri gibi ağacı şekillendirecek, bu bahçede bu evin içinde yaşayıp yaşlanacaklardı.
Savaş olmasaydı.
. . .
Köyden ormana uzanan yolun iki tarafında yer alan birbirinden bakımlı villalar sonhabar biterken iyice tenhalaşıp bekçilerine kalır. Kış boyunca buradan gün boyu gelip geçen araç sayısı on değildir. Villaların bulunduğu yükseltiden sonra arazi bomboştur… Rastgele sınırlarla birbirinden ayrılmış geniş tarlaların arasında bir kaç çiftlik ve tek tük evler olmasa boşluktan, hiçlikten ibarettir bu topraklar.
İzin günlerinden birinde, ihtiyacı olan bir kaç parça eşyayı satın almak ve saçını sakalını kestirmek üzere çiftliğin dışına çıkıp beklemeye başladı Adil. Kasabaya inen minibüslerin bir kaç kilometre aşağıdan geçtiğini öğrenmişti. Yürümeye başladı… O yürürken seyrek seyrek serpiştiren yağmur şiddetlendi. Rüzgar kamçı gibi çarpıyordu Adil’in yüzüne, geri dönmek ve ilerlemek arasında kararsız beklediği bir kaç saniye içinde sırılsıklam olmuştu işte. Ne çok yağmur yağıyordu bu memlekette.
Yaprağı dökük ağaçların altına sığınıp soluklandı. Yağmur sırtındaki eski montu ıslatmış, içine kadar işlemişti. Ayağındaki eskimiş spor ayakkabıları su içindeydi. Açlığın verdiği halsizlikle ağacın altına çöküverdi.
Dakikalarca kaldı orada… yağmurun şiddeti azalmıyordu. Başını kaldırıp yolun dağda kaybolan ufkuna baktı. Belli belirsiz bir karartı halinde yaklaşan otomobili görünce ayağa kalkıp yola çıktı. Çekinik bir tavırla kaldırdı elini. Kendisini fark edince hızını düşüren araç sırılsıklam olmuş adamın önünde durdu.
İçeride iki kişi vardı. İkisi de gözlüklü, ikisi de şen yüzlü iki adam… Ön koltukta oturan, aracın camını açıp sordu, açılan camla birlikte yağmurun sesini bastıran müzik cennetten gelen bir yankı gibi çarptı Adil’in kulağına.
-Nereye?
Adil cevap vermeden arka kapıyı açıp bindi. Şöfor dikiz aynasından araca binen adamı izleyerek tekrar sordu,
-Nereye?
Adil aracın teybinden yükselen müziğe kilitlenmişti.
-Nereye? Diye tekrar etti şöfor sorusunu.
Onun bu kez sertleşen ses tonu karşısında kendine gelen Adil belli belirsiz bir selamdan sonra ‘bazar’ diyebildi.
Araç harekete geçerken ön koltukta oturan adam başını çevirip yolcuya seslendi.
-Bu yağmurda burada ne işin var?
Adil Arapça cevap verdi onlara.
-La arif et Tırki[10].
-Suriyeli misin ? Diye sordu diğeri,
-Suriye…
Şöför ve ön koltuktaki esmer adam birbirine bakıp ciddileştiler.
-Türkçe bilmiyor musun? Dedi genç adam.
Yolcu hayır anlamında başını iki yana salladı.
-Robenson’un Cuma’sı gibi bir şey lan bu ! diye kıkırdadı şöfor.
Teypte Adil’in anlamadığı sözlerle tanıdık bir şarkı çalıyordu.
‘Ada sahillerinde bekliyorum…
Beni şad et Şadiye başın için…’
Sırılsıklam ıslanmış, için için üşüyen Adil’in zihninde annesi genç ve güzel haliyle evin bahçesinde çalışıyor, radyodan yükselen Sabah Fahri şarkısına eşlik ediyordu.
-Kaddikel Meyyas ya omri !
Adil bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, iki gözlüklü adam sağa çektikleri arabanın ön koltuğundan onun anlamadığı Türkçe ile teselli vermeye çalışıyorlardı.
. . .
-Kime vuracaksınız? diyordu Şeyh Alvan. Kimi öldüreceksiniz? Bu karmaşanın içinde hangi topluluğun elindeki Resul’ün bayrağıdır?
Karşısındaki kerevette oturan genç topluluğunun içinden birisi yumruklarını sıkıp cevap veriyordu Şeyh Alvan’a.
-Aleviler… Onlara vuracağız.
Bu söz Adil’in yüreğine bir bıçak gibi giriyordu. ‘Alevilere vuracağız… onları öldüreceğiz… Onları yok edeceğiz…’ Ya eşi ne olacaktı. ya çocukları ne olacaktı…
Şeyh Alvan sustu. Onu cevabıyla susturduğunu düşünen delikanlı, gözlerini Şeyh’i çevreleyen insanların üzerinde gezdirerek zaferini haber veriyordu. Bu sessizlik çok sürmedi, Şeyh Alvan ak sakallı, beyaz tülbentli başını kaldırıp baktı delikanlının yüzüne.
-Aleviler düşmanımız mıdır delikanlı?
-Düşmanımızdır… Baksanıza yaptıkları zulme.
-Neden bunca asır birlikte yaşadık düşmanlarımızla…
Delikanlı sustu. Şeyh Alvan sakin sakin devam etti konuşmasına.
-Diyar-ı Arab’a bu fitnenin ateşini atanların işi işte bu noktada bitmiştir. Sen Aleviye, Alevi de sana düşman gözüyle bakınca şeytan orayı terk eder, çünkü artık yapacağını yapmış, sizi şeytanlaştırmıştır. Bin dört yüz yıl bir arada yaşadı bu topraklarda Alevi ve Sünni. Muaviye’nin sarayında bile bu derece saltanat sürmedi şeytan. Sus ve tövbe et. Şeytanın iğvasına kapıldığın için af dile Allah’tan.
Şeyh’i dinleyen gençlerden bir kısmı huzursuzca kımıldanıp çevrelerine baktılar. O konuşuyordu.
-Mezhebin farklı olması neden dünyanın batısında savaş sebebi olmaz da burada olur?
Delikanlı cesaretle itiraz ediyordu.
-Orada da oldu… Yüzlerce yıl birbirlerini kırdı Avrupalılar.
-O yüzlerce yıl önceydi. Bu zamandan dönüp bakıldığında o savaşlar ne kadar anlamsız ne kadar ilkel geliyorsa size, sizin savaşınız da sizden sonrakilere öyle ilkel, öyle aptalca gelecektir. Ali’yi sevenleri birbirinden ayıran sevgilerinin şiddetine ilişkin iddialarıdır. Sevgi, sevda, sadakat ne zaman insanların birbirini öldürmesinin sebebi oldu? Ehl-i İslam neden birbirini düşman olarak görmeye başladı? Nasıl oldu da birbirinin etini kaynatıp yiyen yamyamlara döndük…
-Bunu biz istemedik… Ne yapacağız? Bizim kanımızı içmeye yemin etmiş askerlere boynumuzu mu uzatacağız?
-Keşke onlara silah uzatırken değil de boynunuzu uzatırken öldürülseniz… Bu savaşın içine girmeyin… Siz sulhu isteyin. Sulh için dua edin. Düşman olarak görmeye başladıklarınıza dost eli uzatıp bin yılın hatırını canlı tutun. Ecdanınız küser size.
Savaşın başladığı ilk günlerde Şeyh Alvan böyle konuşuyordu. Çok geçmedi arası… Halep sokakları konvoy halinde gezip ‘Alevilere ölüm!’ çığlıkları atan yabancılarla doldu. Uzun sakallı, Afgani kıyafetli gençlerdi bunlar. Halep’in Hamadaniye semti ise ‘Sünnilere ölüm!’ çığlıklarıyla çınlıyordu. Ali’nin, Hasan’ın, Hüseyin’in intikamını almaya yemin ediyorlardı. Başlangıçta taraftarlar arasında belli farkların olduğu bir savaştı bu. Zaman farkları azaltıyor, tarafları birbirine benzetiyordu.
. . .
Yağmur yağdı, yamur durdu…
İlk öğrendiği Türkçe kelimelerdi bunlar. Sonradan buna bir çok kelime eklendi. İnek, tavuk, koyun, süt, bahçe, ahır, temizlemek…
Her geçen gün zihni Türkçe’ye açılıyordu. Kendisine ‘Arap!’ diye seslenirken çakır gözleriyle küfür eden yaşlı bekçiyi de anlamaya başlamıştı. Daha çok dinliyordu. Çiftliğe gelen bir yabancının gözünde sağır ve dilsiz olarak anlaşılacak ölçüde suskundu.
‘Neden savaşmadınız? Neden kaçtınız?’ sorusunu anladığında içinde biriken onca sözü onca kelimeyi, onca görüntüyü kusarcasına cevap vermişti. Yine Arapça’ydı cevabı. Zihninden dökülenler Türkçe’nin kapısını zorluyor, açamıyordu. Eğer o kapıyı açsa, dili Türkçe’ye dönse ona kuşaklardır yetmişiki milletin bir arada yaşadığı şehrinde kimin kime vurduğunu, kimin kimle savaştığını anlayamadığından bahsedecekti. Bahsedemedi… Yaşlı bekçinin aşağılayan gözlerinin altında kulübesine gitti.
Yağmur yağdı, yağmur durdu…
Adil yanlız kaldığında bu kelimeyi tekrar edip ağlıyordu.
. . .
Cedidiye semtideki çıkmaz sokağın payına düşen ilk acı Amudalı’nın Kahvehanesine düşmüştü. Henüz Halep’e bombaların düşmediği günlerde kahveci Casim’in üç oğlu Halep’i terk edip kuzeyde savaşan Kürt güçlerine katılmıştı. Sokağı şaşırtan bir gelişmeydi bu. Çünkü Amudalı’nın oğulları Halep’te büyümüş, iş güç sahibi gençlerdi. Kürt olmanın onlar için memleket bildiren bir kimlik olmaktan öte anlam taşımadığını düşünürlerdi. Delikanlılar kendilerine saf belirlerken soylarını esas almışlardı demek.
Oğullarının gittiği günden beri Casim’in güldüğünü gören yoktu. Uzun boyu, geniş yüzü ile budanmış bir ağaç gibi duruyordu kahvede. Duvardaki halı mahzundu, radyo sadece savaşa ilişkin haberler veriyordu. İnsanlar iki namaz arası çay içmeye değil, dertleşmeye geliyorlardı. Halep’i saran yangın her geçen gün büyüyordu. Gelip teselli vermek isteyen eş dost ile konuşamıyor, dili iyice Kürtleşiyor, dinliyordu onları.
Suskunluğun sürdüğü uzun günlerden sonra bir sabah camiden çıkıp kahvehaneye gelenler kapalı bir kapıyla karşılaştılar. Yıllardır bayramda yasta kapanmayan kapıyı kapalı bulmak kahvehane müdavimlerini şaşırtmıştı. Telefon ettiler. Koca Casim telefonun diğer ucunda ağlıyarak oğlunun öldüğünü haber verdi.
Casim’in yüzündeki gülümsemeyle birlikte sokağın neşesi sönmüştü. Bir kaç gün sonra Casim kahvehaneyi yeniden açtı. ‘Eve sığmıyorum, buraya gelmesem çatlayıp öleceğim,’ diyordu. Acısını paylaşmak üzere gelenlere alçacık bir sesle dua ediyor,
-Yahu ! diyordu. Yahu hepimiz Suriyeliydik… Hepimiz Suriyeliydik… Ne oldu bize…
. . .
Casim, oğlunun ölüm haberiyle büsbütün sessizliğe gömülürken Halep de Kerbela’ya dönmeye başlamıştı. İnsanlar şehri gruplar halinde terk ediyor, şehrin iki yakasını tutmuş güçler birbirine kurşun ve bomba yağırıyordu. Casim’in kahvesi her geçen gün biraz daha tenhalaşıyor, çıkıp giden insanlarla birlikte sessizleşiyordu. Sıhhiye Miger, başını sallayarak Halepli yaşlı Ermenilere özgü ince aksanla konuşuyordu.
-Yedi aziz şahit olsa, yedi caminin imamı, yedi manastırın keşişi şahit olsa inanmazdım bugünleri göreceğimize. Babalarımızın kaderi bizi de buldu. Babam küçük bir çocuktu Anadolu’dan Halep’e sürüldüğünde… Şimdi biz de mi muhacir olacağız? Bunca kitabı okuyan biz değil miyiz? Bunca filmi izleyen, dünyanın bir ucundan haberdar olan…
-Kader, diyordu yanındaki Arap arkadaşı…
-Kader niye bizim için tekrar edip duruyor öyleyse? Yahu neyin kavgası, neyin savaşı bu? Musa kelimullah, İsa ruhullah, Muhammed Habibullah… Neyin savaşı bu?
Bunun neyin savaşı olduğunu soruyorlardı Şeyh Alvan’a. Kerevette ayaklarını toplayıp oturmuş Şeyh, her gün daha kısa süren sohbetlerinde dinleyicilerinin alışık olmadığı bir üslupla kendi kendine sorular sormaya başlamıştı. Diyordu ki;
-Nuh’un kavmini suya gark eden Hak, Semud’u, Ad’ı yok eden Hak, kavm-i İsrail’i defalarca yerinden eden Hakk… Muradı neydi? Ehl-i Salip’in eliyle Endülüs’ün adını sanını silen, Ehl-i İslam’ın eliyle Ermeni’yi süren, Rus’un eliyle Çerkes’i darmadağın eden Hakk’ın muradı ne? Durup düşünmeli Suriye neden böylesi bir fitneyle harab oldu? Bizi bizden öncekilerin kaderine mahkum eden nedir?
Yaşlı adamın buşuruk esmer yüzünde çukura gömülü iki yeşil zümrüt gibi parlayan gözleri mahzunlaşıp doluyor, başını sallayarak kendi sorusuna kendisi cevap veriyordu.
-Bizi bu felakete mahkum eden içimizdeki fitnedir. Evlad-ı Resul’ü Kerbela sahrasında katl ederken bitti herşey… yası bin dört yüz yıl süren bir felaketti bu, kan davası bin dört yüz sene süren bir cinayet… Diyar-ı Şam’a bakın! Şerefli beldemize, nurlu ülkemize… Kan davasına teslim, bomba sesine teslim, gözyaşına, kana teslim memleketimiz.
Kollarını açıyor, bin yılın biriktirdiği bir öfke ile, ‘Ya Yezid ibn-i Muaviye ! Ya Yezid İbn-i Muaviye… Gördün mü senin hırsından bizim payımıza da bu düştü!’ diyordu.
. . .
En son telefon görüşmesinde Mahmud, Adil’in alışkın olmadığı bir ümitsiz sesle yeni havadisler vermişti ona.
-Bu iş olmayacak Mahmud. Sınırdan Avrupa’ya girmeyi beceremeyeceğiz. Arkadaşlarım Yunanistan’a geçmek isterken kendilerine aracı olan Kürtle birlikte yakalandılar. Sınır öyle sıkı ki…Hem Türk tarafından, hem Yunan ve Bulgar tarafından. Kuş uçamıyor, sinek kaçamıyor… Pasaport yaptırmaları için akrabalara para vermiştim. Bunun artık mümkün olmadığını söylediler, parayı gönderdiler. Bize her yol kapandı artık.
-Burada kalmaktan başka çare görünmüyor Mahmud… Zorda değilsin. Bir iş güç bulmaya çalışsan…
-Evlatlarım var ya İbn Ammi… burada karnımızı doyurmak için bekleşirken onların istikbalini harcayamam…
-Onların istikballerinin harcanacağını da nereden çıkardın? Belki başka bir yere götürürsen harcanırlar. Burada dindaşlarımızın arasındayız.
-Sorun da bu belki… Ben dindaşlarım arasında yaşamaktan korkuyorum…
-O nasıl bir sözmüş Mahmud?
-Anla beni… benim dindaşlarımın olduğu her yerde savaş var…
-Burada yok.
-Şimdilik… gerginliği fark etmiyor musun? Savaş buraya da sıçrayabilir. Burada da savaşı bir oyun sanan sakallı gençler, birbiriyle akrabalık kurmayan Aleviler ve Sünniler, herkese karşı öfke dolu Kürtler var. Avrupalı gibi yaşamak isteyenler ve istemeyenler var.
-Soydaşların da var, kardeşlerin, hemşehrilerin de var.
-Evet… İstemeyeceğim kadar… Nereye gitsem Suriyeli… yollarda dilenen kadınlar ve çocuklar… ayak işlerini yapan Halepli efendiler, Şamlılar, Hamalılar, Humuslular… Ben onları görmek istemiyorum. Ben Suriye’yi unutmak istiyorum ya Abu Ammi… Bir daha savaş görmek istemiyorum. Bu toprakların mümkün olduğunca uzağına, çok uzağına gitmek istiyorum.
Adil şaşkınlıkla dinliyordu amcaoğlunu.
-Mahmud ben de Suriyeliyim… ben de… diyebildi.
Mahmud kısa bir selam ile telefonu kapadı.
. . .
Endişe… Gözün gördüğü her renge grilik katan, temiz olanı kirleten, ayaktakini yıkan, yıkığı parçalayan endişe… Halkın ayaklandığı ilk günlerde Halep evlerine kara bir yılan gibi çöreklenen endişe Farah’ın ailesini teslim almıştı. Her ölüm haberiyle, her kurşun sesiyle, her bomba gürültüsüyle, her haberle artan bir histi bu. Yediklerinin tadını kaçırıyor, sessizliği ürkütücü bir çığlığa dönüştürüyor, gürültüyü kıyameti haber veren Sur’a çeviriyordu. Çığlıklar endişenin duvarına vuruyor ve darmadağın oluyordu.
Haklıydılar çünkü tamamen Sünni bir mahallenin iki üç Alevi ailesinden biriydi Farah’ın ailesi. Her sabah uyandıkları gün, bir boy aynası gibi kırılıp paramparça olmuştu. Her bir parçasında bu savaşın bir gerekçesi, bir sonucu, bir acısı kör edici bir parlaklıkla ışıldayıp duruyordu. Devletin silahlı gücü içinde hiç bir zaman çok üst rütbelere gelemeyen Sünni askerler saf değiştirip özgürlükçülerin arasına katılıyordu. Kıyı bölgelerinde Sünnilere karşı öfke, şiddete dönmüştü. Mollaların sakallarının askerler tarafından yolunduğunu gösteren video görüntüleri elden ele dolaşıyordu. Sünni din adamlarından bir kısmı insanları devlet güçlerine karşı cihat etmeye çağırıyordu. Öte yandan gün geçtikçe sayıları artan yabancı savaşçılar Alevileri tamamen yok etmekten bahsediyorlardı. Devlet güçleri ise Ali ve evlatlarının intikamını alacaklarına dair yeminler içeren şarkılar söylüyorlardı.
Bir yanda bu toprakların çocuğu olmadığı belli olan dil bilmez, uzun sakallı, afgani kıyafetli yetmiş iki milletten gençler ellerinde silahlarla dolaşıyorlardı. Bir yanda kendilerine Şebbiha adı veren rejim fedaileri… her biri vücut sporları yapmış, vücutları geliştikçe, adaleleri güçlendikçe vicdanları körelmiş canavarlara benziyorlardı. Haleb’in doğusunda hemen hemen tamemen yabancı güçlerden oluşan bir kaç Selefi grup milyonlarca dolarla satın alınamayacak ekipmanlarla güçleniyorlardı. Hala demokrasi talep edenlerin oluşturduğu küçük grupların yanında kendi şehrini, kasabasını korumak üzere silaha sarılanlar da vardı. Kürtler hızlı bir şekilde silahlanmıştı. Türkmenler korkuyorlardı. Ermeniler ülke dışına kaçıyorlardı.
Bu karmaşadan Farah’ın payına düşen ise kimliğinin kişiliğinin parçalanması… Babaocağında Alevi, kendi evinde Sünni idi. Yirmi yıla yaklaşan evliliği boyunca bu farklılığı törpüleyip ortadan kaldırmışlardı aslında. Yeni evlendiğinde bir kaç akrabadan öteleyici tavırlar görmüştü ama ne eşi ne de Raife ona bu konuda bir söz söylemişti.
Bir akşam Farah’ın evinden haber geldi. Annesi rahatsızlanmış, Farah’ı çağırıyordu. Genç kadın bir yaşındaki oğlunu alıp bir kaç ev ötedeki babaevine gitti. Annesinin durumunun iyi olduğunu gördü. Babası, küçük erkek kardeşi ve kız kardeşi onunla konuşmak için çağırdıklarını söylediler.
-Gideceğiz, diyordu babası. Ailecek oturup konuştuk, burada daha fazla durmamız artık mümkün değil. Evler basılabilir, insanlar kaçırılıyor, öldürülüyor. Lazkiye’ye gideceğiz.
Farah şaşkınlıkla dinliyordu babasını.
-Düzelecektir herşey. Burası bizim memleketimiz.
-Hiç bir şeyin düzeleceği yok. Burası bizim memleketimiz değil. Buralar onlara ait, Lazkiye bize…
-Biz kim? Onlar kim… Hepimiz bir idik… Bu fitne söner… herkes eskisi gibi olur.
-Olmaz Farah. Çok kan döküldü… Araplar için kanın bedeli kandır. Gitmeliyiz, diyordu babası.
Farah sustu…
-Sen ne olacaksın… Seni burada bırakmayı kabul edemeyiz Farah. Bizimle gelmeni istiyoruz, derken annesi ağlamaya başladı.
-Seni de götüreğiz, diyordu kadın.
Farah başını iki yana sallayıp reddetti onları.
-Evim burada…
-Artık orası senin evin olamaz Farah. Orası Sünni evi.
-Eşim…
-Onun erkek kardeşleri Sünni savaşçıların arasında… Ellerinde Alevi kanı var. Onların arasında kalamazsın.
-Çocuklarım var.
-Onlara bakacaklardır. Endişe etme… Sulh sağlanırsa yeniden bir araya gelebilirsiniz.
-Olmaz… Raife hasta… çocuklara bakamaz… Adil yalnız yapamaz…
Ne babası ne annesi dinlemiyordu Farah’ı. Geç saate kadar konuştular. Farah evine gitmek üzere kalktığında babası ona sarıldı, annesi ona doğru sokuldu. Farah kolunda bir acı hissetti, kucağındaki çocuğu düşürmemek için sıkı sıkı tuttu.
Farah’ı o gece baygın bir halde büyük bir aracın arkasına yatırıp şehirden kaçırdılar. Yirmi yıllık evi, üç çocuğu, sevgili Adil’i ve hatıralarına mekanlık etmiş çıkmaz sokak hiç var olmamışçasına kaybolmuştu.
. . .
Barakanın arkasındaki hayvan barınaklarından sonra zeytin ağaçları, onun ardında taşlık bir yol uzanıyor… Kuru bir arazinin ortasından geçen yolu çocukluğunu bıraktığı sokaklara benzetiyor Adil. Heyecanlanıyor, hızlı adımlarla yürüyor. Zeytin ağaçlarının arasından geçiyor, koşar adımlarla yürüyor. Sanki sihirli bir el itiyor onu yolun sonuna doğru başını kaldırıyor, Casim’in kahvesi, Miger’in evi, Şadi’nin konağı, Farah’ın evi ve Neccarilerin konağı. Kalbinin duracağını düşünüyor. Herşey bu kadar yakınında mıydı?
Neden şimdiye dek bu ağaçların arkasına geçmediğine hayıflanıyor. Koşarak cümle kapısının önüne geliyor, babasının, dedesinin ve ondan öncekilerin geçtiği kapıdan geçip avluya giriyor. Herşey aklında kaldığı gibi… Avlu sabah namazından sonra havuzun suyu ıslatılmış. Annesinin adetidir bu. Nar ağacı, dallarından üzüm sarkan yaşlı asma, su küpü, çamaşır ipine asılı ıslak gömlekler, üzeri kilim örtülü sedirler, tabureler… Her şey yerli yerinde… Annesi şimdi avluya bakan kapının açıldığı mutfakta sabah kahvaltısı için hazırlık yapıyordur… Avludaki sedirlerin arasına konulacak sininin üzerinde zahter, zeytinyağı, fûl, peynir, bal ve çorba olur mutlak… Ailecek otururlar sinin çevresine. Çocukların gülüşleri arasında sohbet ederler… Adil sevinçten heyecandan çıldıracağını düşünüyor… Mutfak kapısının önüne geliyor, kapı kapalı. İçeriden tanıdık sesler yükseliyor. Sanki bir misafir hazırlığı var. Bağırıyor,
-Farah ! Farah !
Sesini içeridekilere duyuramıyor. Bu saatte hepsinin uyanmış olması lazım. Sesleri burada olduğuna göre iyiler. Seviniyor, tekrar bağırıyor,
-Farah ! Muhammed ! Anne !
Sesi boş avlunun içinde yankılanıyor. Başını çevirip avlunun ürkütücü boşluğunu seyrediyor. Rüzgar ipe asılı çamaşırları kımıldatmakta… nar ağacının dalları sakin sakin oynuyor. İçeriden anlayamadığı sesler geliyor. Tek tek ayırt edebileceği sesler bunlar. Annesinin, Farah’ın, oğlunun ve kızlarının… Türkçe mi konuşuyorlar yoksa? Avlunun ortasındaki havuzun suyunun şırıltısını fark edip seviniyor. Dikkatle bakıyor, havuzun ortasındaki zarif nafuranın[11] kırılmış olduğunu, kırık borunun içinden kıpkırmızı bir suyun aktığını görüyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Havuza yaklaşıp elini uzatıyor, birden yüreği kahredici bir acıyla kasılıyor. dehşet içinde korku içinde bağırıyor. ‘Kan bu…’ Herşeyini kaybetmiş gibi, herkesi kaybetmiş gibi vücudunun her zerresinin kızgın bir ateşin içine sokulduğunu hissediyor. ‘Kan bu… Kan bu…’ Ölüm acısına benzeyen bir çığlıkla bağırıyor.
-Farah ! Muhammed ! Anne !
Sesi avlunun boşluğunda çın çın yankılanıyor.
-Farah !
Gözyaşları içinde uyanıyor Adil. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyor. Karanlık ve soğuk barakanın içinde, kirli çekyatta buluyor kendisini. Ölmeyip uyandığına hayıflanıyor…
. . .
Fırtınaya tutulmuş kuşlara dönmüşlerdi artık. Rüzgar önlerine katıp götürüyordu onları. Akılları, inançları, bilgileri bu amansız fırtınaya karşı koymalarına yetmiyordu. Esiyor ve savuruyordu onları. Gökyüzünden rastgele düşmüş taşlara benzeyen bombalar Halep’in Taht-el Kale semtini, Cedidiyeyi, Cami-i Kebir-i, Bab-El Antakya’yı bin yıl önce boşaltılmış harabe bir kente çevirmişti. Bir oğlunu kaybetmiş, iki oğlu uzaklara gitmiş olan Casim, eski Casim’e ait beceriksizce yapılmış bir heykele benziyordu artık. Kahvehane kapanmıştı. Cami-i Kebir’e bomba düşüp duvarları çökünce kimsecikler gidip gelmez olmuştu. İnsanlar kaçıyordu bu şehirden. Halep sürekli eksiliyor ama bitmiyordu.
Sıhhiye Miger Şam’a gitmiş, Fransa’dan gelen akrabaları tarafından alınıp götürülmüştü. Halep’te ya gitme imkanı bulamayanlar, ya zorla tutulanlar, ya da direnişi sürdürmekten yana olanlar kalmıştı.
Neccariler baba ocağını terk etmeyi düşünmüyordu. Erkekler silahlanmıştı. Ama Şeyh Alvan’a verilmiş bir söz vardı. Silah ancak evlerini, eşlerini ve çocuklarını korumak için kullanılacaktı. Adil’in kuzenleri bu söze sadakat göstermenin anlamsızlığını, imkansızlığını anlamışlardı. Onlar direnişçilere katıdılar.
Adil, Farah’ı bulmak üzere Halep’ten ayrılmakla çocuklarını bu tehlikenin ortasında yalnız bırakmamak arasında kalakalmıştı. Günlerce uyuyamadı… Çocuklarını da alıp eşini aramaya çıksa Raife ne olacaktı? Günden güne artıyordu Raife’nin ağrıları. Babasız büyüttüğü oğullarından başka kimsesi yoktu yaşlı kadının.
-Adil! Dedi ona bir akşam. Ya omri ! Merak etme, endişelenme. Sen bir Farah’ını arıyorsun, Farah üç evladını ve seni. O dönecektir Adil, o sizi bulacaktır. Korkma…
Bu söz rahatlatmıştı Adil’i. Çocuklarının ve yaşlı annesinin başında bekleyecekti.
Ta ki gökyüzünden bir uğursuz taş gibi düşen bir bomba ile Neccarilerin evinin bir yanı çökünceye dek. Adil ve mahallede kalan bir kaç kişi gün boyu uğraştıktan sonra evin yıkıntısının altından üç ceset çıkardı. Adil’in amcasının eşi, amcaoğlunun eşi ve onun oğlu.
Halep baştan başa mezarlıktı artık.
. . .
Şeyh Alvan anlatıyor, çevresinde kalmış bir kaç kişi başlarını eğip dinliyordu onu. Yaşlı adam gözleri dolarak konuşuyordu.
– Arap devenin yaşamadığı yerde yaşayamaz. Hicazdan yola çıkan bir devenin durduğu nokta Arap’ın yaşam alanının sınırıdır. Oradan ötede Arap’ın rızkı yoktur, Arap olmanın kıymeti yoktur. Hatta o sınırın ötesinde Arapça duadan ibaret bir dil olur. Yakarışın dilidir, anlaşmanın değil. Tarih boyunca Arap devenin yürümediği yerde yurt tutamadı. Dönüşüp başka bir şey oldu. Ne kadar uzun süre kalırsa kalsın devenin olmadığı topraklar Arap’ı kustu. Örnek mi, al sana Endülüs… Bunca insan nereye gidiyor, nerede yaşayacaklarını sanıyorlar, bunca insan helake gittiğini nasıl görmüyor?
-Burada da artık hayat yok Ya Şeyh. Şu sefalete, garipliğe bak. Halep artık kabristan…
-Halep kabristan… Halep kabristan… ‘Leyse’l garib, garibuş Şam ü vel Yemen, innel garibu, garibu lahd ü vel kefen’ Gurbette kefensiz, lahitsiz mezarlara namazı kılınmadan atılacak, kendisinden hiç bir iz kalmamak suretiyle yok olacak binlerce Arap… işte onlardır gerçek garip.
Başını göğe kaldırıp minnetle gülümsüyordu,
-Ne güzel bir vakte denk geldi son zamanım… Bundan sonrakileri görmeye ömrüm vefa etmeyecek. Allah size acısın, Allah size acısın.
. . .
Mahmud, Halep’ten gelirken yanında getirdiği paranın tamamına yakınını Avrupa’ya girebilme uğruna sarf ettikten sonra eşini ve çocuklarını alıp Bodrum’a gitti. Ucuz bir kiralık ev bulup çevreyi gezdiler. Yunanistan karşısındaydı. Geçmişiyle, kültürüyle, diliyle, diniyle kurmak istediği hayat arasında 20 kilometre kadar bir deniz mesafesi vardı. Bu mesafe körfezin uç kısmında daha da azalıyordu. Mahmud günlerce dolaşıp Bodrum kıyılarının çeşitli yerlerinden karşısındaki ada siluetlerine baktı. Barışın olduğu diyar karşısındaydı. Mesafenin bu kadar kısa olması onu heyecanlandırıyordu.
Şehre gelen göçmeleri Kos Adasına ulaştırmak üzere aracılık eden insan tüccarlarının Mahmud’u fark etmesi zor olmadı. Oturup konuştular. Mahmud kendisini ve ailesini güvenli bir şekilde karşı kıyıya ulaştıracak olanlara sahip olduğu bütün parayı vermeye hazırdı. Akşam kıyıya inip denizi geçecekleri tekneyi gösterdiler. Mahmud hedefe bu kadar yaklaşmış olmanın mutluluğuyla kendisinden kapora olarak istenen bedeli yanındaki adamlara vermekte tereddüt etmedi.
Kararlaştırdıkları üzere ertesi akşam ailesi ve çocuklarıyla birlikte kıyıya indiler. Dün içine girip inceledikleri teknenin yerinde olmadığını görünce şaşırdı. Çoluk ocuk sabaha kadar kıyıda beklediler.
Sabah güneş doğarken aldatılmanın üzüntüsü içerisinde şehre döndüler.
. . .
Raife’nin söylediği gibi oldu herşey. Farah bir internet sayfası üzerinden evlatlarını buldu. Telefon numaraları verildi, konuştular, hasret giderdiler. Buluşmak üzere sözleştiler. Büyük kız gözyaşları içinde aradı babasını. ‘Anne Lazkiye’de… Anne Lazkiye’de.’
Anne Lazkiye’de idi, Adil İstanbul’un sınırında bir yerde… Mahmud Bodrum’da…
Ya Halep… Pamuğun ve ipekli kumaşın şehri. Her hanesinde bir bülbül öten, zengin sofraların çevresinde tarablar okunan Halep… saçı defne kokulu gar sabunuyla yıkanmış hiç ihtiyarlamayan bir dilbere benzeyen Halep…
Adil’in iki erkek kardeşiyle birlikte binlerce insana mezar olmuş bir yıkıntıydı artık.
. . .
Mahmud azmetmişti. Gidecekti bu Ortadoğu’dan. Şarkül Evsat… Doğunun ortası… Belanın ortası… Yürüyerek, ya da kesintisiz bir şekilde arabayla gelemeyecek bir yere gidecekti. Denizin ötesine… Doğu arkasından kovalıyormuş gibi aceleyle, savaş geliyormuş gibi apartopar, kaçıyormuş gibi gizlice… Bir botun içine doldurdu çocuklarını. On dört kişinin üçü yetişkin erkek, diğerleri kadın çocuk. Ayın denize serpiştirdiği ışığı takip ederek karşıdaki adalardan birine çıkacaklardı. Cebinde ancak iki güç gün daha yemek yiyecek kadar para kalmıştı. Halep’ten, kaçtığı savaştan, alevlerin içinden, yıkıntılardan kurtardığı yegane serveti ile… sevgili ailesiyle…
Mavi yağmurluğunu sırtına geçirdip kapüşonunu çekti. Bu soğuk havada deniz yolunun kontrol edilmeyeceğini umuyordu. Gece yarısı bot kıyıdan ayrıldı. İçerideki herkes nereye gittiğini bilmeyen, ne olacağını bilmeyen ve herşeyini geride bırakan insanlara özgü çocuksu bir korkuyla dualar mırıldanıyorlardı.
. . .
Günün ilk ışıkları asırlık duvarları bombalarla harap olmuş, kurşunlara uğramış Halep Kalesi’nin üzerinden insanlığın en büyük utançlarından biri olan şehri aydınlatırken günü karşılmak üzere uyanıp çığlığa duran kargalar Şeyh Alvan’ın kulağına değen son sesler oldu. Hiç var olmamışçasına yıkılmış sokağın köşesindeki duvarın dibinde çökmüş ve orada geceyi geçirmişti. Buruşturulmuş bir kese kağıdına dönmüş esmer yüzünde iki yeşil zümrüt gibi parlayan gözlerini açıp son kez baktı doğduğu şehre. Viran evlere, harab olmuş ocağına, uzaktan görünen yıkık minareye… toz toprak içinde kalmış elbiseleri içinde doğrulmak istedi. Yaşlılık, ilaçsızlık, ümitsizlik, açlık… ‘Ölümün daha kötüsü var mı?’ diye geçirdi aklından. Gücünün tamamen bittiğini, gözlerinin söndüğünü, soğuğu ve açlığı artık hissetmediğini fark etti. Son bir gayretle aralanan dudaklarından dökülen sözleri duyacak kimsesi kalmamıştı.
-Ve kefa billahi şahide.[12]
Bu onun bilinçli olarak yaptığı son işti. Saatler sonra yıkıntıların arasından geçen eski bir iş makinesinin üzerindeki gençler buldular Şeyh Alvan’ın cesedini.
. . .
Adil aylardır çiftlikte verdiği hizmetin karşılığı olarak kazandığı parayla çocuklarının yanına, Nusaybin’e dönüyordu. Dünya namına sahip olduğu her şey sığdırdığı küçük bir valizle.
Aynı saatlerde Adil’den ve Şeyh Alvan’dan çok uzakta Bodrum sahillerinde Polise ihbar gelmişti.
Kayalık kıyının biraz açığında mavi yağmurluk giymiş bir adamın cesedi bulunmuştu.
[1] Amcaoğlu
[2] Senin endamın ey ömrüm… Türkçe’de Ada Sahillerinde bekliyorum güftesiyle söylenen şarkı.
[3] övünç
[4] Hayatım.
[5] Hayatım senin.
[6] Garip değildir Şam’ın ve Yemen’in garipleri. Garip mezartaşı ve kefeni olmayan ölülerdir.
[7] allık
[8] Hıristiyan
[9] Asil aileden evlen, hasırda da yatsa sorun etmez.
[10] Türkçe bilmem.
[11] fıskiye
[12] Şahit olarak Allah yeter. (Kur’an 48 / 28)