Sayın Üstün bize kendinizi tanıtır mısınız?
Silivrili, 1974 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, halen hukukla iştigal eden, evli, iki çocuk babası bir yazar…
Kafkasyalılık bilinci, tarihi, kültürü adına yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
Öğrencilik yıllarından beri Kafkasyalılara ait bir çok sivil toplum kuruluşunda görev aldım. Konuları Çerkes hayatına, örfüne, tarihine ilişkin öykülerden oluşan Gurbetten Çerkes Hikayeleri ( 1997) Burası Çeçen Komitesi (2000) Kanatlı Süvarinin Hatıraları ( 2006) adlı öykü kitaplarım yayınlandı. Bu kitaplarda yer alan öyküler genellikle geçmişe ilişkin hatıra derlemeleri ve günceler olduğu için belgesel nitelik taşıyordu. Modernite ve kökler arasında gidip gelen bir Çerkes kadınının biyografisini konu eden Şaheser adlı romanımda Çerkeslerin yaşadığı sosyal ve zihinsel değişime değindim. Diğer roman ve öykü kitaplarımda da ( Türkü Öyküleri, Geçmişi Sürgün Şehir) Kafkasya ve Çerkeslik motifi temel fon halinde ele alındı. Bu kitaplarda yayınlanan öykülerin yüz elli yıldır anavatan dışında aşınan Çerkes kültürüne ufak da olsa katkı sağladı kanaatindeyim. Bu kitaplarda yer alan bazı öykülerim amatörce de olsa tiyatroya uyarlandı. “Dolunay” adlı öykümün sürgün anmalarının vazgeçilmezi olduğunu görüyorum, hatta bir öyküm Ağlayan Kafe adlı anonim Çerkes melodisinin öyküsüymüşçesine filme alınmaya kalkıldı. Yine öykülerimden bazıları internet ortamına aktarıldı, seslendirildi. Bu metinlerin yazarı olmama pek fazla değinilmese de böylesi bir miri malı ortaya koymaktan dolayı memnunum.
2005 yılında Kafkas- Rus savaşlarının anıldığı Uluslararası sempozumda sunulmuş bir bildirim oldu. Çeşitli gazete, dergi ve internet ortamında Kafkasya’daki gelişmeleri konu eden iki yüzün üzerinde yazı ve makalem yayınlandı. 2000 – 2001 yılları arasında on üç ay süre ile Kafkas – Çeçen Dayanışma Komitesi sorumluluğu görevini ifa ettim. Çeçen – Rus Savaşı süresince çeşitli Televizyon ve radyo kanallarında düzenlenen programlara katıldım. Kafkasya’daki ve Türkiye’deki Çeçen mültecilere yönelik çeşitli yardım çalışmalarının organizasyonunda görev aldım.
2009 yılında bir hükümet politikası olarak ortaya atılan Demokratik Açılım fikrine Çerkesler cephesinden ses vermek amacıyla oluşturulan DİÇEG adlı sivil platformun sözcülüğü görevini üstlendim. İstanbul ve İstanbul dışında düzenlenen DİÇEG konferanslarına katıldım. Televizyon ve Radyo programlarında daha demokrat bir Türkiye için Çerkeslerin düşüncelerini kamu oyuna aktarmaya çalıştım.
Kafkasya konusu dışında edebiyat ürünlerim de oldu. Türkü araştırmaları, Rumeli Kültürü konulu yazı ve kitaplarım var. Ayrıca Mevlana ve Sokak Çocuğu adlı iki animasyon senaryom filme alındı.
Türkiye Cumhuriyetinden Adığe dili ve kültürü adına beklentileriniz nelerdir?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu röportajda belirttiğim fikirler sözcüsü olduğum DİÇEG’in düşüncelerinden bağımsızdır, tamamen şahsi kanaatlerimi ifade eder.
Çerkes halkının bu topraklarda varlığını sürdürmesi için devlet nezdinde atılabilecek bazı adımlar olduğunu, dil ve kültürün yaşatılması için devlet desteğine ihtiyaç duyulduğunu düşünmekle birlikte bu konuda asıl girişime geçmesi gereken tarafın Çerkes dernek vakıf ve platformları olduğu kanaatindeyim.
Geldiğimiz aşama itibarıyla esasen dilin ve kültürün yaşatılıp korunmasının önündeki engeller büyük ölçüde kaldırılmıştır. Bu toprakların zenginliği, rengi ve kültürel mirası olan Çerkes dillerinin akademik ortamda öğretilmesi amacına matuf adım devlet nezdinde atılmıştır Bundan sonraki adım somut projelerin hayata geçirilmesidir ki bu bağlamda beklentimiz devletten ziyade kendi sivil platformlarımıza yöneliktir. Çerkes Dillerinin kayıt altına alınıp yaşatılacağı bir araştırma merkezinin kurulması yönünde girişime geçmek gereklidir mesela. Kültürel envanterin tutulacağı böyle bir merkez, Çerkes halkının bu topraklardaki varlığının garantisi olacaktır. Zira Kuzey Kafkas Halklarının tarihte oynadıkları rolün kaydı Kafkasya’da değil Türk, Gürcü ve Rus arşivindedir. Böyle bir proje somutlaştırıldığında devlet desteği talep edilebilir.
Kültürümüz, dilimiz ve tarihimize ilişkin veriler şimdiye dek bilimsel ve profesyonel bir şekilde derlenmedi. Bazı tez incelemeleri bir kenara bırakılacak olursa akademik inceleme konusu edilmediği de söylenebilir. Elimizde kapsamlı bir envanter bulunmamakta. Bir çok dışişleri yetkilisi bile Türkiye’deki Çerkeslerin akrabalarının yaşadığı cumhuriyetlerin varlığından haberdar değil. Dolayısıyla bir veri merkezinin meydana getirilmesi hayati önem taşımaktadır. Eğer böyle bir merkez oluşturulabilirse Çerkes duruşu bu topraklara çok şey kazandırır. Örneğin kurtuluş savaşımızı ve bunun neticesinde yaşanılan ulusal trajedimizi konu eden bir film yapılabilir.
Belirlenen bazı pilot bölgelerde Çerkes kültürünün yaşatılmasına yönelik çalışmalar da yapılabilir. Anadilin işlenip öğretileceği bir ilkokul için Ürdün ve İsrail Çerkes Diasporasından örnek alınması mümkündür. Yine böyle bir pilot bölgede Çerkeslerin at kültürünün, mutfak kültürünün, tarım kültürünün ve el sanatlarının yaşatılmasına yönelik çalışmalar yapılabilir.
Bununla birlikte tüm bu projeleri hayata geçirmek için gerekli insan katılımı, entelektüel destek ve veri ikmalinin Çerkesler tarafından sağlanıp sağlanmayacağı konusunda da tereddütlerim var. Zira mevcut sivil toplum kuruluşlarının bu tarz projelerin uygulanmasını sağlayacak profesyonelliğe, ufka, insan ve veri kaynağına sahip olmadığını düşünüyorum.
Son zamanlarda sıklıkla telaffuz edildiği üzere tüm bunların hayata geçirilmesi için pozitif ayrımcılık ölçüsünde bir desteğe ihtiyacımız olduğu dile getirilmekle birlikte bizim tarafımızdan projeler geliştirilmediği sürece devletin böylesi bir yaklaşım içinde olmasını beklemek gerçekçi değil. Hasılı özlemini duyduğumuz özgürlükçü, katılımcı demokratik ortam içerisinde Çerkeslerin nam ve hesabına devletin ses yükseltmesini beklemek akli olmaz, böyle bir ortamda Çerkeslerin kendi nam ve hesabına ses vermeleri gerekmektedir.
Şu an Türkiye kamuoyu gündemindeki Demokratik açılım konusundaki görüşleriniz nelerdir?
Tarihin, sosyal gelişmelerin, teknolojinin hasılı akli olan her şeyin elbirliği ile bizi getirdiği bu dönemece “Açılım” diyorlar. Ben bu aşamayı tarihi gelişimden koparmıyorum. Tarih bir teselsül zinciri içinde akıp gidiyor çünkü. Adına açılım denilen bu aşama Fransız ihtilalinden, Sened-i ittifak’tan, Gülhane bildirisinden, Meşrutiyetten, cumhuriyetin ilanından, ihtilaller ve anayasal hareketlerden ayrılamaz bir süreç. Ne olsa idi yani? İnsanlar çocuklarına istedikleri ismi verememeye devam mı etse idi, insanlar annelerinden duydukları dilde şarkılar dinleyemese mi idi? Cumhuriyetin ilan edildiği dönem itibarıyla dünyaya hakim olan Makyavelist anlayışın yansıması olan politikalardı bunlar. Sürdürülmesi imkanı yoktu, bitti. Bu bitişin sancısız, ağrısız olması önemlidir, bir de bu bitişin ardından daha akli bir politikanın tesisi.
Bu aşama eli silahlı terör kuklalarının zorlaması ile gelinmiş bir aşama değildir. Yani terör örgütü yirmi yıldır göğ ekin misali çocuklarımızı öldürmek sureti ile mevzi kazanmış değildir. Bilakis eğer terör olmasa idi bu memlekette özgürlükler namına daha ciddi mesafeler kat edilirdi. Terör Türkiye’deki demokratikleşme gayretlerinin önündeki en büyük engeldir.
Sen gel de bunu kendisini ifade etmek için kaba kuvvetten başka bir yol tanımamış öğrenmemiş insanlara anlat.
Açılım, tarihin bizi durmakta zorunlu kıldığı bir duraktır.
Bunu Kürt açılımı olarak adlandırmak mantıklı olmaz. Daha fazla özgürlüğe herkesin ihtiyacı var. “Bırakın doğru ile yanlış er meydanında güreşsin, doğrunun zaferini hep birlikte göreceğiz” Tüm etnik, dinsel ve kültürel kimlikler daha rahat bir ortamda işlenir, zenginleşir. Bundan kimin rahatsızlığı olur?
Dolayısıyla Açılım’ı bir çok şeyin miladı kılmak mümkün. Bu topraklarda bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmamalı, eskisinden daha iyi, daha olumlu olmalı.
Heyhat gelinen aşama gösterdi ki bu iyi niyetli adım hedeflenen menzilden farklı bir tarafa yöneltilmek isteniyor. Açılım politikalarının öncelikli muhatabı olması düşünülen Kürt halkının bu dönemeci değerlendiremediği ortada. Yazık ki ölmek ve öldürmek için binlerce militan çıkartabilen Kürtler demokrasi ve insanca yaşam konusunu tartışıp proje üretebilecek birkaç entelektüele bile sahip değildir.
Açılım olarak adlandırılan bu dönem, Avrupa’nın rönesans’ı olabilecekken, Sovyetlerin Perestroykası haline gelmemelidir. Bu toprakların medeniyet birikiminin daha “demokrat bir ülke” söyleminin ardından karmaşanın çıkması kabul edilemez. Şimdi birbirimizi dinlemenin vaktidir. Çünkü Türkiye’nin etnik, dilsel ve dinsel çeşitliliği geçmişte de var idi, yarın da var olacaktır bu durum kavga sebebi edilemez. Ne olursa olsun bir dilin her alanda konuşulamaması, kullanılamaması adam öldürmenin gerekçesi olamaz. İnsanlığın modern düşünce serüveni bu aşamayı geçmiştir. Konuşulur ve anlaşılır. Bunun dışında bir seçenek kabul edilemez.
Demokrasi İçin Çerkes Girişimi‘nin misyonu hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
Çerkesler farklılıklarla bir arada yaşamanın mümkün olduğu bir gelenekten geliyorlar. Sonu topyekün sürgün edilmekle sonuçlanmış bir özgürlük savaşı vermişler, başka topraklarda başkaları ile bir arada yaşamanın kültürünü geliştirmiş bir halk. Geçmişte olduğu gibi şimdi de entelektüel birikimleri ile bu dönemecin sancısız bir şekilde dönülmesini sağlayabilirler. Nitekim Türkiye kamuoyunun açılım politikası ile birlikte tartışmaya başladığı bir çok fikir Çerkes aydınlar arasında yüz yıldır tartışılmaktadır. Anadilde eğitim, kültürel gelişim, başka halklarla birlikte yaşamak, entegrasyon ve asimilasyon kavramları yüz yıldır Çerkeslerin gündemindedir ve bu konuda hafife alınmayacak ölçüde düşünsel birikime sahiplerdir.
Geçmişte, Osmanlı’nın aydınlanma çabaları içinde Çerkesler ön safta yer almışlardır. Meşrutiyet de, basın özgürlüğü de, sanat da, siyaset de, askeriye de, kadın hareketi de Çerkeslerin katkıları ile gelişmiştir. Adem-i merkeziyetçilik, sosyalizm, feminizm… bu kavramları bu topraklarda ilk telaffuz etmeye başlayan kişiler Çerkeslerdir. Cumhuriyetin kurulması ve yeni Türkiye’nin inşası konusunda Çerkeslerin ne derece ciddi katkılarda bulunduğu herkesçe bilinmektedir. İçinde bulunduğumuz bu döneme bizler Çerkesler olarak katkıda bulunmak ve sağduyunun sesi olmak üzere yola çıktık. Biz sağduyuyu telkin etmek, biz bu topraklarda yaşayan insanları birbirinden ayırmanın değil, bir arada refah içinde yaşamanın yollarını göstermek, aslında bazı çevrelerce tehlike olarak görülen kültürel çeşitliliğin bizi zenginleştiren bir unsur olduğu yönünde tavır belirlemek üzere bir araya geldik. Bu manada bir sivil girişimin yakalayabileceği başarıyı da göstermiş bulunmaktadır.
DİÇEG Çerkes halkı namına talepte bulunmak üzere değil, demokrasi konusunda Çerkes halkının bilgi ve birikimini halkımızla paylaşmak üzere oluşturulmuş bir platformdur. Dolayısıyla DİÇEG’in camia içinden eleştirilmesini anlamıyorum. Biz, üzerinde yaşadığımız topraklara kimliğimizle katkıda bulunmak üzere bir araya geldik. Çerkesler Türkiye’de siyasi arenada temsil edilen bir halk değildir, bu temsil gücünü oluşturup oluşturamayacakları konusunda da benim tereddütlerim vardır. Fakat Çerkesler sosyal alanda temsil edilen, varlıkları etkili olan ve önümüzdeki süreçte de etkili olacak olan bir halktır.
Türkiye siyasi tarihinde açılım bir aydınlanma çağının başlangıcı olarak tanımlanabilir mi? Türkiye’de farklı kültür ve etnisitelerin birliktelikleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu soruya devlet, ulus, asimilasyon, uzlaşma ve aydınlanma kavramlarına verdiğimiz anlamları sorgulayarak karşılık vermek gerekir. Devlet, birlikte yaşama konusunda varılmış bir anlaşmanın ürünüdür. İnsanların dinsel, dilsel ve kültürel aidiyetleri farklı olabilir fakat birlikte yaşama konusundaki iradeleri devleti tesis eden temeldir. Bu anlaşma her şeyden önce üzerinde anlaşılan yapıyı, yani devleti benimsemeyi gerektirir. Bu benimseyişin iyi niyet taşıması şarttır.
Modern manada Ulus kavramı ise aynı kandan gelmeyi şart koşmaz. Birlikte yaşama azim ve iradesi ulusal aidiyetin de temelini teşkil eder. Etnisite ise kan ortaklığını ifade eder. O halde farklı etnik gruplar bir ulusun bileşenlerini teşkil edebilir. Fransız da, Amerikan da, İngiliz de farklı etnik kimliklerin birleşmesinden oluşmuş ulusal yapılardır. Türk ulusu da farklı etnik gruplar ve yapıların birleşmesinden oluşmuş bir yapıyı ifade eder. Bu manada ben Türk kimliğini anayasal aidiyetin ifadesi olarak gördüğüm için kendimi Türk ulusuna ait hissediyorum. Etnik kimlik bundan başka bir tanımı gerektirebilir. Bir kişinin etnik kökeninin Kürt ya da başka bir şey olması, ulusal aidiyetinin Türk olmasına mani teşkil etmez. Meselenin hukuki izahı budur. Bu hukuki ve bilimsel izah nedense bazılarının canını acıtır hale geldi. Oysa mesele gayet nettir. Etnik köken başkadır, ulusal aidiyet başkadır. Birisi doğuştan gelen bir özelliktir, değişmesi kuşaklar gerektirir, diğeri anayasal bir kavramdır, sonradan edinilebilir.
Türk devleti benim ve ecdadımın kabul ettiği bir birlikte yaşama zemininin adıdır. Çarpıcı bir tarihsel bir maceranın neticesinde oluşmuş bu zemine karşı sorumluluk hissi içinde olmamız doğaldır. Her devletin kendisini koruma güdüsü vardır. Her devlet, bekası için uğraş verir. Bu güdü ve bu uğraş dün ulusalcı politikaları ve sonucu asimilasyona giden bazı uygulamaları gerektiriyordu. Tabii ki bu uygulamalar ve politikalar bizce tasvip edilemez, onaylanamaz. İşte toplumun geldiği nokta bu politikaların çürüklüğünü ortaya koymuştur.
Devlet kavramını topyekun reddeden bir felsefeye sahipseniz bunu saygı ile karşılarım, fakat devlet yapısını kabul etmekle birlikte Türkiye devletine karşı bir düşmanlık hissi içinde iseniz, alternatif bir devlet yapısı ortaya koymayı hedefliyor ve bu amaca ulaşmak için silah kullanıyorsanız bunun romantik sebepleri olduğunu düşünmem.
Her insan topluluğu içinde farklı özellikler taşımak sorun teşkil etmiştir. Kosinski’nin Boyalı Kuş’unu hatırlayınız. Farklı bir dil, farklı bir din, farklı bir kültüre mensup olmak insanı bir yönüyle boyalı kuş haline getirmektedir. Uygar olmak, modern olmak, eğitimli olmak her renkten kuşun bir arada yaşaması ve sorunların minimize edilmesini gerektirir. Her dilden, her dinden, her inançtan insanın bir arada sorunsuz yaşayabilmesini amaçlamalıdır uygarlık dediğimiz.
Şimdi geldiğimiz noktada insanların kafasında kavramların karmakarışık olduğunu görüp üzülüyorum. Farklı bir etnik gruba mensup olmanın, farklı bir dine mensup olmanın, farklı bir kültüre mensup olmanın öncelikle devlete düşman olmayı gerektirdiği yönünde bir ön kabul oluştu. Sırf devlet görevlisi olduğu için insanlar öldürülüyor, sırf devlet malı olduğu için eşyaya zarar veriliyor. Bunun adı Vandalizmdir. Gerekçesi ister etnik olsun, ister dinsel olsun, ister dilsel olsun adı Vandalizmdir.
Hiçbir dilin konuşulamaması adam öldürmenin gerekçesi olamaz.
Devlet tabiidir ki bu tavır karşısında reaksiyon gösterecektir. Bu reaksiyonun gösterilmesinde zaafa düşülürse bir etnik grubun karşısına bir başka etnik grup çıkar. İnsiyaki, fevri hareketler önlenemez. Biz ne Hutu’yuz, ne de Tutsi…
Ulusalcı ve asimilasyonist politikaların devri kapanmıştır. Bu anlayış ile belki bizim ülkemizde birkaç manevra daha yapılabilir ama netice doğurmaz. Uygarlık birbirini dinlemeyi, farklı fikir ve aidiyetlerin bir arada yaşamasını gerektirir. Devlet politikasının da bu anlayışla tesis edilmesi yoluna girilmiştir.
Fakat öncelikle halkın bu anlayışa sahip olması gerekir. Ben etnik temelli devlet düşmanlığının ulusalcı ya da asimilasyonist politikalardan daha ciddi tehlike olduğunu düşünüyorum. Çünkü ulusalcı ya da asimilasyonist politikalar dünyanın dayatması ile bertaraf edilebilir. Etnik temelli devlet düşmanlığı ise halkları, dilleri, dinleri birbirine düşman kılacak bir tehlikedir. Bunca tahrike rağmen hala bu ülkede bir etnik kavga yaşanmaması enteresan değil mi? Oysa geçtiğimiz günlerde ülkemizde bir etnik grup ile o etnik gruptan olmayanlar arasında kavga provası yapıldı. Bu prova ve bundan sonra olup bitenlerin sorumlusu bence devletin asimilasyonist politikaları değil etnik temelli devlet düşmanlığıdır. Evet kabulü zordur, bu beyanım oldukça tepki uyandıracaktır ama kanaatim, zannım budur. Ya da daha doğru ifade ile benim bindiğim atın sırtından mesele böyle görünüyor.