ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE

Çıkayım Gideyim Urumeli'ne Hulusi Üstün gezi

Acemborusu çiçekleriyle çevrili kameriyedeki şark usulü minderler üzerinde iskele taşına vurula vurula dövülmüş bir ahtapot gibi otururken buldum onu. Beni gördüğünde yığıldığı yerden doğrulamadı.
Yanına iliştim.
-Nedir bu halin Dengirdangırçu? diye sordum.
Bitik bir sesle, tıkanarak, kekeleyerek, yüzüme bakmadan anlattı başına gelenleri. Gerçek olamayacak kadar sıradışı, herhangi bir senaristin hayal gücünün çok ötesinde bir hikayeydi bu.
-Sık sık yalan söylediğine şahidim bunca yıllık dostluğumuz süresince…
-Bu kez, dedi. Bu kez anlattıklarım doğru…
-Ne yapmayı düşünüyorsun?
-Sanırım öleceğim.
Güldüm.
-Bir başka seçenek olmalı.
Çaresizce başını iki yana salladı.
-Çok düşündüm, yok.
Yanına oturup teselli olabileceğini düşündüğüm bütün özlü sözleri, bildiğim bütün dinsel ve felsefik hikmetleri sıraladım.
Umursamaz bir yüz ifadesiyle dinledi anlattıklarımı.
-Bunların hiç birisi çare olmaz.
-Eğer bütün çareler tükendi ise yola çıkmalı. Yolculuk her türlü sorunun en kolay ve en kısa vadeli çözümüdür, dedim.
Israr ettim, iskele taşlarına vurula vurula halsiz kalmış bir ahtapot gibi kımıldandı oturduğu yerden.
Bu yolculuk böyle başladı.
. . .
İpsala’ya kadar iki buçuk saat süren yol boyunca ben şarkı söyledim, o sadece sigara içti. Yıllardır içtiği sigaranın her zaman ağzında zehir tadı bıraktığını, ama son günlerde bunca sigara içmesine rağmen ağzında o acı tadı hissetmediğini söyledi sadece. Damarlarında gerçek bir zehir dolaşınca insanın, sigaranın zehri hissedilmez oluyor demek.
Sınırda bir kilometrelik araç sırasındayız.
-Bak Dengirdangırçu, Doğu ve güney sınırından Muratgilin damından atlar gibi kolaylıkla girilen ülkenin batı yönünden elimizde pasaportlarımız olduğu halde anahtar deliğinden geçer gibi zorlukla adeta sızarcasına çıkıyoruz. Girişi olup çıkışı olmayan ülkem sürekli ağzına bir şeyler tıkılarak beslenen fakat boşaltım sistemi çalışmayan bir hastaya benziyor. Doğu ve güney sınırı keçi ağılı çiti ile, batı sınırı yüksek duvarlarla, jiletli tel örgülerle çevrili. Evraksız, kimliksiz giriyorsun, yedi peygamberin mührü ile çıkamıyorsun… Feribota binip kaçmaya çalışıyorsun kaçamıyorsun. Yüzerek geçmeye çalışıyorsun, geçemiyorsun.
Sigarasının izmaritini yolun iki yanında sıra halinde yığılmış boş meşrubat kutuları, mısır koçanları, çikolata bisküvi ambalajları ve kağıt mendillerden oluşan çöplerin arasına fırlattıktan sonra,
-Devlet ya da insan… Bazen kendi felaketini kendisi hazırlıyor. Suçlu aramak boş iş, dedi.
Dört saat sonra Yunan kapısındayız. Gülerek ‘kalosorisma’ diyen memuru selamladıktan sonra sınırın ötesine geçiyoruz. Yolun sağında hem Grek hem Latin alfabesiyle Egnatia yazıyor. İki bin yıl önce Roma merkezini doğudaki kolonilere bağlayan yolun adı bu. Benim memleketim de bu yol üzerinde. Adriyatik ile İstanbul arasındaki bu güzergahtan Sezar’ın orduları, Balkan’ın barbar kavimleri, Haçlı sürüleri, Osmanlı akıncıları geçti. Selanik’e dek hemen hemen onların izlerinden ilerleyeceğiz.
Gün çoktan battı. İki yanı aydınlatmasız bir yolda Dedeağaç’a doğru ağır ağır ilerliyoruz. Sağımız solumuz karanlığın ötesinde bir karalığa teslim. Kilometrelerce gittikten sonra uzakta tek tük ışık öbekleri görüyoruz. Sınırın ötesinde bizi karşılayan ilk tabela Türklerin Ferecik dediği Feres kasabası. Beylikdüzü’nün Kavaklı köyüne yerleşmiş Fereli Pomaklar tanıdım. Batı Trakya mübadeleden hariç tutulduğuna göre onlar Balkan Harbi göçmeni olmalı.
Akşam saati olmasaydı bu tabeladan girip Fere’yi görmek, Komnen hanedanı zamanında inşa edilmiş, Osmanlı çağlarında camiye çevrilmiş olan büyük Manastırı görmek isterdim. Fakat akşam vakti gezilecek pek bir şey olduğunu sanmıyorum.
Yunanlıların Aleksandrapolis dedikleri Dedeağaç, yolun solunda, Saros kıyısında şen bir sahil kasabası. İki yanı ağaçlı sahil şeridindeki müzikli kafeler, lokantalar tıklım tıklım insan kalabalığıyla dolu. Herkes gülüyor, herkes gürültüyle konuşuyor. İnsan kalabalığının uğultusuyla tavernalardan yükselen müzik sesi birbirine karışıp uyumlu bir senfoniye dönüşüyor. Falezin altına kurulu bir çocuk parkının yanındaki otoparka arabamızı bıraktıktan sonra sahildeki balık lokantalarının birine giriyoruz. Konaki adlı bir taverna… Menüsü İstanbul’un eski lokantalarının menüsüne benziyor. Ufak tefek, zayıfça bir kız incecik yüz hatlarına aykırılığından ötürü komik duran botokslu dudaklarıyla siparişimizi soruyor.
-Ahtapot, diyor Dengirdangırçu. İskele taşlarına vurula vurula öldürülmüş bir ahtapotun ızgarasını getir bana. Fazlaca pişmiş, fesleğensiz, defnesiz bir ahtapot…
Bizim memlekette artık yiyemediğimiz deniz ürünleri; sahanda hazırlandığı için saganaki denilen bildiğimiz midye pilaki, ayıklanmadan olduğu gibi ızgaraya konulmuş jumbo karidesler, sebzeleri iri doğranmış peynirli Yunan salatası, buharda pişmiş kum midyesi ve ızgara ahtapot ile donatılan masaya ufak bir hesap ödedikten sonra yola devam ediyoruz. Böyle bir akşam yemeği bizim memlekette bir memur maaşına patlar. Burada 50 Euro. Yemeğin sonunda ikram edilen dondurma da cabası.
-Buradan bakıldığı zaman bizim ülkemizin ne kadar anlamsız, ne kadar tuhaf bir yokluğa mahkum edildiği daha çarpıcı bir şekilde görünüyor, değil mi Dengirdangırçu?

‘Rodop dağları bre Pakize’m çiçek döşeli
Pakize’min bahçeleri mor menekşeli.
Aman Pakize’m nazlı da Pakize’m, gel beri beri
Ben seni severim cilveli Pakize’m, küçükten beri.’

Şehrin merkezinde bulunan ve Osmanlı kimliğini koruyan çarşıdaki adı yeni, yapısı II. Murat’tan kalma caminin önünde, ağaç altına kurulu kafede otururken Türkçe konuştuğumuzu duyup bizimle sohbete koyulan enişte ve yeğen iki Türk’ten bahsetmesek olmaz.
-Türkiye’den mi geldiniz be kızanım. Hoş geldiniz… Ben Hüseyin amcan, te bu kızan da Ercan. Ben Avusturalya’da işledim. Kocayıp aylıkçı olunca geldim yurduma. Te bu da Almanya’dan aylıkçı. Hasta diye erden ayırdılar işlemekten. U da ben de bin Euro’ya aylıkçıyız. Siz ne kadar sağlamsınız urda, biz u kadar rahatız te burda. Allah’a şükür olsun bizi kan kardaşımızla, din kardaşımızla karşılaştırdı. Te bu çarşı hepten Türktür… Karşıdaki harap duvar Osmanlı… Kızanlar dilini dinini kaybotmasın diye azınlık okuluna giderler. Yunan okuluna giden de var ama. Dilimizi, dinimizi, töremizi unutmadık. Unutmayız. Bak te nerelerde işledim de döndüm geldim vatanıma. Ezanı okunmasa da namaz kılınır te bu camide. Kahveniz benden… Şimdi Yunan içine gideceksiniz, size Türk usulü döner ısmarlamadan salmam…
Teninin renginden, konuşurken başını sallamasından belli ki Hüseyin amca da Ercan da Roman. Nasıl şehirli, nasıl Osmanlı, nasıl inançlı, nasıl zarif, nasıl samimi iki adam. Ayrılmak için ayağa kalkıp izin isteyince onlardan Ercan dedi ki;
-Allah arkanızda olsun…
. . .
Halkları siyasi sınırlar değil, coğrafi durum ayırırdı birbirinden dedik ya. Burası yani Rodop’un güneyinden denize kadar uzanan dar kıyı Batı Trakya. Halkı Türk, Pomak ve Roman’dan oluşan Müslümanların yurdu. Karasu Irmağından sonra Karaferye’ye dek uzanan düzlük ise Kadim Makedonya… Onun batısındaki dağlar Balkan halklarının Müslüman sentezi olan Patriyotların yurdu. Onun üstündeki dağlar özgür ve kadim Arnavut halkının… Selanik’in güneyi ise taşlık Yunanistan. Zeus’un, Apollo’nun, Hera’nın, Hermes’in ülkesi. Ötesi Mora, bambaşka bir diyar. Tabii bir de adalar var.
Tarih boyunca tüm bu topraklarda oturanlar kendi içinde özgür oldu. Dilleri kendilerine özgüydü, inançları kendilerine özgü, gelenekleri öyle. Her coğrafi havza ayrı bir halka yurt oldu. Türkler ve Çingeneler bunun istisnası belki. Bu ikisi, oluştukları havzanın çok dışına taşabilen, çok farklı sınırları geçip farklı toprakları yurt edinebilen, nereye giderse gitsin varlığını koruyabilen iki sıra dışı halk. Türk, karşılaştığı halkları kendi içinde eritip kendi varlığını dini, dili ve kültürüyle birlikte onlara kabul ettirebiliyor. O sebepten Balkan’da Müslüman olana Türk deniyor. Pomak’la Arnavut evleniyor, çocuğu Türk oluyor.
Balkan’da Roman denen Çingeneler ise nereye giderse gitsin kime ne ölçüde karışırsa karışsın teninin rengi, konuşurken takındığı mimikler, müziğe dansa ve ritme yatkınlığıyla özgünlüğünü koruyor. Benzersiz çiçeklere benziyorlar onlar. İnsanlık en çok onlara yakışıyor…
Evliya Çelebi Gümülcine’yi anlatırken Çingene halkının tarihine ilişkin söylenceleri de ayrıntısıyla verir. Mısır’dan, firavun çağından, Yusuf’tan başlar. Roma’ya Osmanlı’ya, Anadolu ve Rumeli Çingenelerinin ayrımına, onların zorunlu iskan olunduğu bölgelere dair bilgiler verir. O dönemde iki çingene birbirine ‘Gümülcinemiz hakkı için’ diye rica edermiş. Tatlı sözle hitap edildiğinde kendilerinden istenileni yaparlarmış.
Benim Roman arkadaşlarım da öyledir aslında. Çıkışarak konuşunca denileni yapmaz, iyilikle yaklaşınca can kurban ederler.
Gümülcine çarşısı bir Batı Anadolu kentinin çarşısından farksız. Pardösülü, başı kapalı nineler, Türkiye’deki örtü modasına göre başını sıktırmış, ayağı pantolonlu genç kızlar, basma etekler, şalvarlar, yemeniler, çevirmeler, çemberler, el örgüsü yelek giymiş eşten çok anne görünen şişman kadınlar, beyaz tenli kara kaşlı kara gözlü oğlanlar, sakallı dar pantolonlu genç adamlar… Grek alfabesiyle yazılmış dükkan tabelaları, kahvehaneler, eli tespihli, başı kepli amcalar…
. . .
Gece tüllenirken yine yola revan… Bu gece İskeçe’deyiz. Türklüğü Gümülcine’den daha aşikar olan. Eski mahallesi orijinal haliyle duran… Sırtını verdiği dağın adı Karaoğlan… Rodop ile deniz arasındaki 20 kilometrelik alana uzanan… İçinden ırmaklar ırılıp akan şiir gibi bir şehir. Eski şehrin taş döşeli ara sokaklarında Balkan şivesiyle anasına ‘Param bitti, dediklerini alamam’ diyen küçük oğlan… Meşrubat kutularından kesilmiş parçaların anlamsız birikintilerini duvara Che portresi, bisikletli adam, kadın yüzü olarak yansıtan sanatkarın eserlerinin sergilendiği Gölge Müzesi, tahta masalı şık kahvehaneler, kapısında insanların kuyruk olduğu ıspanaklı, kıymalı muhteşem börekler satan dükkan… Camii, köprü, çarşı, han hamam… İskeçe birkaç paragraflık yazı değil, tuğla kalınlığında bir roman…
İskeçe meydanındaki börekçi dükkanlarının önündeki kuyrukta yarım saat kadar beklemeyi göze alırsanız Türkiye’de benzerini tadamayacağınız kadar lezzetli böreklerle kahvaltı etme seçeneği var. Ispanaklı, kıymalı, peynirli, kremalı böreklerden birer parça sipariş ederken teklifsizce yanımıza oturan Feriha Teyze’yi anmalı.
Yabancı olduğumuz anlaşılıyor olmalı ki ‘Türkiye’den misiniz? dedikten sonra izin istemeden katıldı bize. İskeçe’ye beş on dakikalık mesafedeki bir köydenmiş, eşi ölmüş, Amerika’da bir kızı varmış ama ne Türkmüş ne Yunan… Artık dünya başka olmuş, çoluk çocuk buralarda durmuyormuş, tarla toprak ekilmiyormuş. Her hanede bir kocakarı, bir kocamış adam… Akrabalarının çoğu Türkiye’deymiş. Yalnızlık zormuş ama şükür eli ayağı tutuyormuş. Bitişik evde eltisi varmış, eltisinin de kocaman bir köpeği… Dünyalık derdi yokmuş ama işte eski güzel günler unutulmuyormuş. Vaktiyle çok çalışmış. Tütün ekmiş, mısır ekmiş, sebze ekmiş, buğday ekmiş. Çok çalışmak gerekse de eşin dostun akrabanın, çoluk çocuğun arasında olmak yorgunluğu unutturuyormuş. Şimdi yapayalnız kalmış. Şu an için el ayak tutsa da sonrasında ne olur bilinmezmiş. Türkiye’ye defalarca gelmiş gitmiş. İstanbul’u, Bursa’yı biliyormuş.
Kahvaltımız bittikten sonra kırk yıllık komşumuza sarılır gibi sarıldık birbirimize. ‘Köye gelin kızanlarım’, dedi. ‘Şimdi değilse dönüşte’… Eltisinin kocaman köpeği varmış ama ‘Feriha Teyze’ diye seslenirsek ya o ya eltisi dışarı çıkar pıstırırmış onu. İle birileri gelsin, bahçeden incir koparsın, haşlanmış mısır yesin. Türk usulü çay içsin…
. . .
İskeçe’nin arkasındaki ormanlık dağ Karaoğlan Dağı. Hani türküsü var ‘Karaoğlan Dağı’nda bir yuva yaptım, yuvanın içinde yalınız yattım.’ Dağın yol verdiği yerden Bulgaristan’a giden, her kıvrımın ucu başka manzaralara çıkan keyifli güzergahta uzunca ilerledikten sonra Bulgaristan’a birkaç kilometre kala geri döndük. Yol kenarında yer yer minyatür kilisecikler var. Belli ki o noktada gerçekleşmiş kazaların anısına dikilmiş. İçindeki bölmede mum yakılıyor belli ki. Dursak bir mum da biz diksek, muradımızın şem’i olsa.
‘Meni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı,
Felekler yandı ahımdan, muradım şem’i yanmaz mı?’ desek. Dengirdangırçu huzura kavuşur mu?
. . .
-Şimdi muradın nedir Dengirdangırçu?
-Ümidi olanın muradı olur. Ümidini kaybetmiş bir adam murat edemez.
O halde yola devam edelim. Kaybettiğimiz ümit bu üç şehirde değilse belki daha ötede…
İskeçe’den öteye yine Rodop’u sağımıza alıp ilerliyoruz. Rodop yanıyor buralarda. Kimi dağların doruklarında alevler sönmüş, ormanlarda ağaçlar yanmış, kibrit çöplerine dönmüş, yangın yerlerinden gri dumanlar yükseliyor. Birbirinden kopuk, geniş alanlarda etkili olmuş yangın. Belli ki dağları kendi haline bırakmışlar, için için yanmış. Kim bilir nice can da kömür olmuş, kül olmuş ağaçlarla birlikte. Ayılar, domuzlar, karacalar, tavşanlar, tilkiler, çakallar, kirpiler, yılanlar, kuşlar, börtü böcek… Bunları düşününce bir an için bütün o yanmış canlıların acısı cem olup yüreğime değiyor. Sırtım terliyor bu hissedişle.
Biliyor musun Dengirdangırçu. İnsan denen varlık tanrının hayal kırıklığı olmalı. Ne kadar yakışıksız bir canlıdır o. Ne yaşamayı bilir, ne ölmeyi, ne bilmeyi. Milyon çeşit zaaf ile malül, önünü göremez, görse de kendi felaketine engel olamaz. İnsan olmasa neden yansın bu yüce dağlar. Belli ki bir yerde başlayıp yayılmamış, belli ki iki ayağı üzerinde duran, aklı fikri, kastı, kini, öfkesi olan olmaz olası insanın eliyle birçok yerden tutuşturulmuş. Kuşların kanadı yanmış onların öfkesi, kini yüzünden. Karacaların sürmeli gözleri, kirpiciklerin okları yanmış. Ne olduğunu anlayamamışlardır ateşin içinde can verirken. Oysa ne güzeldi yaşamak… Çiğdem çiçek, nem ve sıcak, dağ pınarlarından su içmek, av peşinde koşmak, adam denen canavarı görünce kaçmak… Yaşamak ne güzeldi.
Doğru… Tanrının hayal kırıklığıdır insan denen varlık. Sonuçta onu cehenneme ya da cennete koymak bu sonucu değiştirmez. İnsan var olmamalıydı Dengirdangırçu. Kuşlar tanrıya şarkı söylerdi, kirpiler teşekkür ederdi ona, ağır kabukları içinde güvenli yaşayan kaplumbağalar, baharda çiçeklenen ağaçlar, göğeren yemişler, akan derenin şırıltısı teşekkür ederdi Tanrı’ya. Bilmem ki ne lüzum vardı kabına bunca öfke, bunca kin, bunca zaaf, bunca zayıflık ve bunca hırs sığdıran adem oğlu adama…
Çok seyrek aracın geçtiği yol üzerinde sağlı sollu bakımlı köyler görüyoruz. Solumuzda Xrisopoli, Türkçesi Sarışaban. Çocukluğumdan beri Edirne, Balıkesir, Bursa gibi duyduğum bir isim bu. Benim memleketimde Sarışaban Mübadilleri vardır. Diğer mübadiller arasında fazlaca tutucu olmakla tanınırlar. Hala küçük bir kasaba burası. Muratlı’yı, Babaeski’yi andıran bir yer. Yine ışık ışık, yine tertemiz. Ama Türk yok. Çünkü Karasu Nehri’nin batısındaki Türkler mübadele kapsamına alınmış. Karasu’nun batısı Trakya değil.
Yunanistan’da otoban üzerindeki her şehrin giriş çıkışında gişe var. Her gişede bir Euro’dan küçük meblağlarla başlayan ve üç Euro’ya dek çıkan ödemeler yapıyoruz. Gişe görevlileri her aracı hoş geldiniz diyerek karşılayıp iyilikler dileyerek uğurluyorlar. Görevlerinin gereği olmamalı bu nezaket. Bizim memlekette artık ayıp karşılanan, zayıflık kabul edilen nezaket kuralları sınırımızın ötesinde hala yaşıyor. İnsanlar gülümsüyor, iyilikler diliyor, teşekkür ediyor. Bizim mutsuz bir halk olduğumuzu yüzümüze vuruyor bu incelik. Oysa insanın insana verebileceği en kıymetli ve en bedelsiz hediyedir teşekkür.
Sarışaban’dan yarım saat sonra bizim güney sahilimizdeki kentlerin yazlık varoşlarına benzeyen bir yerleşime giriyoruz, sonra bir tepeyi dönerken karşımıza küçük bir yarımada üzerine kurulu tarihi Kavala çıkıyor. Solda duraklayıp karşıdaki eski Kavala manzarasını görüntülemek bu yolculuğa değer belki.
Küçük taşlık yarımadanın bize bakan cephesinde bir iki katlı rengarenk evlerden oluşan, şehrin yüzlerce yıl önceki haline ilişkin fikir veren bir manzara görünüyor. Ayaklarımızın altında tertemiz koy, insan eliyle dilimlenmişçesine düzenli katmanlar halindeki kayalık, küçük yarımadayı anakaraya bağlayan su kemeri… Bu su kemeri bizim eserimiz. Osmanlı buralara geldiğinde birkaç küçük balıkçı hanesi ile karşılaşmış. Çünkü şehirde su yok, çünkü kıyıdan korsan tasallutuna açık. Görkemi sönmüş, terk edilmiş bu kasaba Kanuni zamanında belli ki İstanbul’daki Bozdoğan ve Kemerburgaz kemerlerini örnek almak suretiyle inşa edilmiş su kemeri sayesinde suya kavuşmuş. Kanuni’nin makbulü İbrahim Paşa tarafından şehre hayır eserleri kazandırılmış. Sonraki yüzyıllarda nüfusu büyük ölçüde Türk olmuş. İskelesi tütün ihracatının merkezi olmuş.
Yarımadadaki eski şehri adımlıyoruz. Kavala iç kalesinden çepeçevre muhteşem manzara ruhuma ne çok yenilik fısıldıyor. Dengirdangırçu ! Senin de ruhuna yenilikler ilhamlar fısıldıyor mu bu manzara.
-Hayat güzel dostum, fakat insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle yolunu çıkmaza sokuyor, kuyulara düşüyor, kör ediyor kendisini, sağır ediyor. Kalbi karanlığa düşenin gözünü hiçbir ışık kamaştırmıyor.
. . .
Kavala’ya birkaç gün ayırmak gerek. Akşam gün batarken kalenin altındaki kafelerden birine oturup iki bin yıl önce bu kıyılardan denize bakan Taşozlu balıkçının gözleriyle ufku seyretmeli. Tertemiz denizin nimetleri ile donanmış bir sofrada oturmalı. Su kemerinin taşlarına dokunmalı, yüz yıldır besmele ile girilmemiş eşikleri aşmalı. Burada bir Arnavut’un döşeğinde doğup Mısır’a firavun olan Mehmed Ali’nin hanesine girmeli, onun penceresinden bir küçük oğlan çocuğunun gözleri ile bakmalı Mısır’a doğru. Sağı solu begonvilli, hatmi çiçekli, zakkumlu sokaklardan Urumeli türküleri söyleyerek geçmeli.

‘Çıkayım gideyim, Urumeli’ne…
Arz-ı hal edeyim beylerbeyine.
Kimleri sarayım yar senin yerine…’

Yolumuza devam edelim Dengirdangırçu. Buradan ya Taşlık Yunanistan’a, Atina’ya doğru ineceğiz yahut Kadim Makedonya’yı geçip kartallar ülkesi Arnavutluk’a gideceğiz. Sen ne tarafa gitmek istersin.
-Uzağa, memleketimden uzağa… Başka diyarlara, başka seyyarelere mümkünse.
Çalıştırdım arabayı Kavala kıyısından Selanik’e doğru. Palmiyeler, gülibrişimler, aylandızlar, manolyalarla donanmış kıyıyı, bahçesi begonvilli, hanımelili, abelialı yalıları geçtik. Meşe ormanlarıyla kaplı koruları, ekili tarlaları, bahçeleri bağları… Solumuzdaki denizi kaybettik sonra. Sağımızda Drama… Hani martinisinden çıkan sesi duyunca mapushanedeki arkadaşlarını coşturan, gece olunca köprüyü aşıp karakol basan, adam öldürmeyi oyun sanan Debreli Hasan’ın yurdu. Ondan sonra Serez yol ayrımı… Rumeli Bozgununda yenik ve perişan ordunun geçtiği şehir… Hacı Hasan Beyin kızı Lal’i’nin vatanı… Ne acılar yaşanmış bu topraklarda Dengirdangırçu. Ömer Seyfettin bu acıları kaleme aldığı için sevilip tutulmaz bizim memlekette. Bilmiyorum, belki en doğrusu acıları unutmak.
-İnsanın unutulacak acılarının olması güzel bir şey. Kendi tırnaklarımızı yüreğimize batırıyoruz bazen, o acılar unutulmuyor.
-Boş ver şimdi hatırlayanı kalmamış acıları. Serez, kadim dostum Bilgin’in babası Vahid Aga’nın baba yurdudur. Vahit Aga benim şehrimin renkli tiplerinden birisi idi. En özgün Rumeli şivesi bizim oralarda Seymen Köyü’nde kullanılır. Serez’in içine girsek mi? Yok, yüreğim dayanmaz. Geçen herkesi Ömer Seyfettin’in Radko Balkaneski’si sanırım. Oturur orta yerinde Hacı Hasan’ın kızı Lal’i için ağlarım. Acının eskisi daha çok canımı yakar benim. Teşkilat Refik’ten kalma bir marazdır bu bende. Girmeyelim Serez’e olur mu?
-İçine girdiğin şehirlerde bu acılar yaşanmadı mı sanıyorsun dostum. Urumeli baştan başa acı, baştan başa tragedya yurdu. Bakma Anadolu’nun ağlaklığına. Fakat Rumeli’de kültür bugünün üzerine kuruludur, Anadolu’da dünün üzerine. O sebeple Urumeli Anadolu kadar yakınıp ağlamaz. Geçen geçti, bugün dal yeşil, güneş parlak, deniz sıcak. Lazım olan bugünü yaşamak…
-Bugüne selam öyleyse. Ekili tarlalara, beyaz evlere, yüce dağlara, yeşil ovaya selam. Bak tabelada Lagkadas yazıyor. Bizim Langaza’mız burası. Çevresindeki köylerle birlikte tamamen Türklerin yaşadığı bir kasabaydı bir zamanlar. Yunanlılar Mustafa Kemal’in Selanik içindeki konakta değil, bu kasabaya bağlı Sarıger adlı Türk köyünde doğduğunu ileri sürerler. Bizim tarihimize göre ise Mustafa Kemal Selanik’teki konakta doğmuş, babası öldükten sonra Langaza’daki Rapla çiftliğinde kalmıştır. İlkokul birinci sınıfta o ve kız kardeşini tarladaki kargaları kovarken gösteren bir resim çizmiştim de vilayette dereceye girmiştim. Sonrasında resim çizmedim nedense…
-Yazmanın, okumanın sihri resim yeteneğini köreltmiş olmalı.
Langaza Selanikli yörüklerin yurduydu mübadeleye dek. Şimdilerde birbirine benzeyen iki katlı villa tipi evlerin bulunduğu bir ilçe. Buradan ayrılıp Trakya’ya yerleşmiş yörükleri gördüm ben. Atayurtlarını anınca ipil ipil ağlayan yaşlıları gördüm.
Nihayet Selanik’teyiz. Arabamızı bir otoparka bıraktıktan sonra kendimizi Selanik kordonuna atıyoruz. Beyaz kule birkaç yüz metre ileride… Adımlarımızı hızlandırarak yürüyoruz. Sağımızdan solumuzdan Türkçe, Rusça, Arapça, İngilizce, Rumca konuşan insan grupları akıp gidiyor. Bir nefeste tırmanıyoruz Beyaz kulenin tepesine. Ciğerime Selanik körfezinin nemli yapış yapış havasını çekip çepeçevre manzarayı seyrediyorum.
Selanik burası Dengirdangırçu. Bundan yüz kırk sene evvel büyükdedem bu kulenin üzerinden çepeçevre manzaraya baktı. Onun gördüğü şehir manzarası böyle değildi tabii. 1917 yangınında kül oldu o Selanik. İslam şehirlerine özgü kıvrımlı, merdivenli, çıkmazlı yapısı tamamen değiştirildi ve sokakları cetvelle çizilmiş, geniş caddeli, apartmanlı, meydanlı yeni şehir inşa edildi. Fakat büyük dedem Halis Efendi ile aynı noktada durup aynı denize baktığımı bilmek öyle güzel ki. Anadolu’da İstanbul’da gezip dolaştığım nice diyarlarda onun izlerine rastladım ben. Şehzadebaşı’nda, Fatih’te, Süleymaniye medresesinde Rusçuk’ta Varna’da… Erzincan’da, Pülümür’de, Erzurum’da, Sivasta, Tokat’ın Sulusaray’ında, Artova’sında…
O burada görev yaparken şu karşı binaların arkasında dünyaya geldi Mustafa Kemal. Acep Halis Efendi onun babası Gümrük memuru Ali Rıza Efendi’yi tanır mıydı? Tanırdı muhakkak… Halis Efendi’nin babası da Galata Gümrüğünde katipti. Hem Selanik o zaman böyle kalabalık değil. İki devlet ricali bir şekilde bilirdi birbirini…
Ressam Malik Aksel’in babası büyükdedem Halis Efendi ile akrabaydı. Malik Aksel de bu şehirde, Mustafa Kemal’den birkaç sene sonra dünya geldi. Ne çok hatıra, ne çok yadigar canlandırıyor bu manzara zihnimde. Memleketimde bu şehrin adını cennetten bahsedercesine özlemle anan mübadilleri gördüm ben. Bu şehrin kim bilir hangi sokağında, ama iskeleye yakın bir yerde dünyaya gelmişti Süleyman Amca. Beş altı yaşındayken terk etti buraları ve ömrünün son yıllarını İstanbul’un Bostancı’sında geçirdi. Ne güzel bir dosttu o. Yaşlılardan dost edinmemelisin Dengirdangırçu. Ölüp terk ediyorlar insanı. Hem zihnine, gönlüne bir sürü eski zaman hatırası doldurup seni içinde yaşadığın çağa yabancılaştırıyorlar. Modernite biraz da bu yüzden yaşlıların yaşam alanını, daha doğrusu ölümü bekleyecekleri alanları ayırıyor. Onlar sağlık sektörünün çaresiz tüketicilerinden başka bir şey değil artık.
Selanik manzarasına bakarken söylediğim türkü var ya, Selanik Selanik ıssız kalasın… Bu türkünün öyküsünü ben yazdım. Benim muhayyilem doğurdu aslında Fitnat ile Mehmet’i. Şimdi tarihi bir belge gibi muteber kaynaklarda geçer oldu. Bana ait metinler sosyal paylaşım sitelerinde anonim metin gibi okunuyor, paylaşılıyor. Yazarını anan yok, ama olsun. Selanik’ten Türkiye’ye armağan olsun o öykü. O türkünün öyküsünü yazarken sokak sokak araştırdım bu şehri. Hortacı’yı, limanı, Alaca mescid’i, Müslim, gayrimüslim ve Yahudi mahallelerini bu sebeple elimle koymuş gibi buluyorum. Öyle ki Selanik Makedonyalı Kasandros’un, Aziz Pavlus’un, Sultan 2. Murad’ın, Sabetay Sevi’nin, Nazım’ın, Mustafa Kemal’in memleketi olduğu kadar benim de memleketim. Memleketler başka başka soyların, başka başka dillerin, etnisitelerin, başka başka dinlerin mensubu insanlarca sahiplenince daha bir anlamlanıyor. Tüm bu farklılıkların ortak emeğiyle inşa edilince değerleniyor.
Selanik üzerine söylenmiş türküleri bildiğimiz gibi Rumca, Bulgarca, Makedonca ve Ladino şarkıları da dinlemek anlamak isterdim. Şarkılar türküler halkın dilidir. Sırf şarkı mısralarını şerh eden bir tarih kitabı yazmak isterdim. Bak, Selanik türküsü nasıl belirgin bir Selanik manzarası çizer zihnimize. Biz o manzarayı gönül gözümüzle görürüz. Şarkıların türkülerin mekanları, ilenmeleri, ümitleri… Belli ki ‘Selanik Selanik ıssız kalasın’ diyenin ilenci tutmuş bu şehri. Ipıssız olduğunu görüyor musun? Şehrin beş asırlık sahipleri olan Türkler terk ettikten sonra ortalık ıssızlaşmış adeta. Yahudiler bile yok edilmek üzere alınıp götürülmüşler, kalanı çekip gitmiş. Biz buradan çıkıp gelenlere yurt yuva vermişiz memleketimizde. Kah kıyı kasabalarında, kah Anadolu bozkırında. Ama Selanik başkalarının olmuş yar gibi… Yolda karşılaştığın bir Yunanlıyı çevirip sor dedesinin nerede doğduğunu. Kimi Anadolu, kimi Pontus, kimi Mora, kimi Kırım, kimi Kafkasya, kimi İskenderiye kimi Levant diyecek. O sebeple tıpkı İstanbul gibi Selanik de adeta uzak iklimlerin meyvelerinin, sebzelerinin yetiştirildiği bir sera…
1876’da şu karşıya demirleyip payitahta şah çeken geminin mürettebatlarından birisi bizi ne çok sevdi. Adı Piyer Loti… Kendisine getirilen Türk esvaplarını giyip Salamon adlı bir Yahudi’nin sandalıyla kıyıya çıkmıştı. Hangi sokakta, hangi pencerede gördü gözleri su yeşili Aziyade’yi kim bilir?
Kayıkçı Salamon’un torunu İstanbul’da namdar bir manifaturacı oldu. Onun soyundan ne ünlü sanatçılar yetişti, ne siyaset adamları, ne gazeteciler, ne iş adamları… Aziyade toprak oldu. Sonra benim memleketim benzersiz bir karanlık çağa girdi. Sultan Reşad’ın sofrasında ağırlanan, yaşamı boyunca Türk’e dost ve Türk medeniyetine hayran Loti’ye Çanakkale Savaşında Türklere karşı savaştığı iftirasını bile attılar. Dünya nereye gidiyor Dengirdangırçu?
-Dünyanın bir yere gittiği yok dostum. İnsanlık yolunu şaşırdı, insanlık karanlık, dipsiz bir girdaba girdi. Dünya duruyor yerli yerinde. Bak önündeki Selanik manzarasına. Dağ yerli yerinde, deniz yerli yerinde. Güneş alışageldik güzergahında devrediyor. Ay öyle, kutup yıldızı öyle. İnsanlığın nereye gittiğini sor bana. Dünyanın değil.
-Haklısın Dengirdangırçu. Yerden göğe kadar haklısın.
. . .
Kızkulesi nasıl İstanbul’un simgesi ise Beyaz Kule de Selanik’in simgesi Başkaları sahip çıkıp Beyaz Kule’yi biz inşa ettik derse de muteber değil. Evladın kimden olduğunu nasıl kaşı gözü ele verirse bu zarif yapıyı da taşı, merdiveni, kavisli pencereleri öyle ele veriyor. Beyaz Kule Selimiye kadar Osmanlıdır. Selanikli Yahudiler ‘Kule Blanka’ dermiş ona, Rumlar ‘Lefkos Pirgos’. Yunan bağımsızlığından sonra vaftiz edilme niyetiyle beyaza boyandığı için böyle kalmış adı. Evliya Çelebi ‘Esed Kulesi’ diyor buraya. Halkın ‘Kalemerye Kulesi’ olarak adlandırdığından bahsediyor. Gazi Süleyman Han yapısıdır, diyor. Evliya, Kule’nin kapısı üzerindeki kitabeyi de kayıtlıyor.

‘Şir-i merdan Hazreti Süleyman-ı zaman
Emri ile yapulub burç-u Esed oldu temam
Şir-i peyker ejderha toplar ki etrafındadır
Yaraşur bu kal’aya burç-u Esed denilse nam
Oldu tarihi dokuz yüz kırk iki bu kalenin
Hazreti peygamber-i ahir zaman

Yüksekliği elli arşın Şehrin mahpushane zindanıdır diyor Evliya. Necati Cumalı’dan da okumuştum 20. Yüzyılın başında zindan olarak kullanıldığını. O Selanik türküsü var ya ‘Mapusanede yata yata yanlarımız çürüdü. Pencereden baka baka ela gözler süzüldü.’ diyen. İşte bu kulede mahpus tutuklular tarafından söylenmiştir.
Şehri çevreleyen kadim surların güney doğu köşesinde körfeze bakan bir konumdaki kuleden deniz ve kara ufkunu çepeçevre gözetlemek mümkün. Vaktiyle kulenin etrafı kalın duvarlarla çevrili iken Balkan Harbi yıllarında bu duvarlar kaldırılmış. Şimdi kordonun ortasında, etrafı açıklık, yanından geçen Nikis Caddesine akşam saatlerinde gölgesi düşüyor.
Beyaz Kule Selanik’in yaşadığı tarihsel dönüşümün şahidi. Körfez buradan gözetlenmiş, insanlar burada buluşmuşlar, Vaka-i Hayriye’nin haberi şehre ulaştığında Yeniçeriler bu keleden aşağıya atılmış. Kulesine önce üç hilali sancak, sonrasında Bulgar bayrağı, sonra Yunan bayrağı asılmış. Şimdilerde müze. Ziyaretçiler yaşlarına göre 3 ile 6 euro arası bir ücret ödeyerek giriyorlar içeri ve her katta şehrin ayrı bir tarihi dönemine ilişkin bilgi ediniyorlar. İçeride tarihi niteliği olan pek az eser var. Fakat duvarlarda her döneme ilişkin Yunanca bilgiler içeren dijital panolar var. Girişte okutulan karekod sayesinde kuleye ve Selanik tarihine ilişkin bilgileri çeşitli dillerde dinlemek mümkün.
Kuleden indikten sonra Nikis caddesinde yürüyoruz. İzmir kordonuna benziyor burası. Tavernalar, kafeler, lokantalar, fast food dükkanları, yetmiş iki dil, yetmiş iki millet. Akdeniz’e özgü liman kentlerinin rengi böyle.
Nikis caddesinde Makedonya Müzesi, 2. Dünya Savaşı yıllarında Naziler’in Selanik’ten götürdüğü beş bin Yahudi’nin anısına inşa edilmiş olan Holokost anıtı ve Fotoraf Müzesi var. Bu yola paralel Tsimiski caddesinde Selanik Arkeoloji Müzesi ve Yahudi Müzesi bulunuyor. Üçüncü paralel cadde ise Egnatia… İstanbul ile Adriyatik arasındaki imparatorluk yolunun şehir içinden geçen kısmı…
Selanik’i yarın sabah etraflıca turlamak kararıyla bir yerde oturup yemek yiyoruz.
-Bu kadar içmemelisin Dengirdangırçu.
-İçince tenhalaşıyorum sanki. Hani sen hep dersin ya, Kalilu minel hamr yüferrah kalbil insan.
-Fakat devam eder o söz. Ketiru minel hamr, yektulu ruhül insan.
. . .
‘Selanik neler çeker yaz yağmurlarından’ diye başlayan bir paragraf vardır Geçmişi Sürgün Şehir adlı öykümde. Şakayı seven tanrım gecenin bir yarısında yağmur serpiştiriyor Selanik’in üzerine. Yüzüm ıslak, gömleğim sırtıma yapışmış halde. Gülüyorum…
-Selanik neler çekermiş yaz yağmurlarından, görüyor musun Dengirdangırçu. Kapısı kapalı, resepsiyonunda kimse olmayan şu otele nasıl gireceğimizi, kaçıncı katında, kaç numaralı odasında kalacağımızı kime soracağız şimdi? Bu kadar içmemeliydin…
. . .
Otelin yedinci katından Selanik’in seher panoraması. Dengirdangırçu horul horul uyuyor. Gece yağmurun temizlediği sokaklara gün ışığını döküyor. Serkeş kuş cıvıltıları, yoldan geçen tek tük araçlar… Selanik bir bebeğin uyanışı gibi uyanıyor uykusundan.
Bir Selanik türküsü söylüyor zihnim. Süleyman Bilbaş Amca bacaklarını üst üste atmış, huzurlu bir yüz ifadesiyle dinliyor türkümü hayalimde.

Köşküm var deryaya karşı,
Durmaz akar gözüm yaşı.
Sevdadır her işin başı…

Önce Yunanlıların Rotunda adını verdiği Hortacı… Hristiyanlık karşıtı Roma İmparatoru Caius Galerius tarafından 4. Asırda inşa edilmiş bir kompleks yapılar bütününden geriye kalan ibadethane. Önce paganlar yalvarmışlar burada tanrılarına, sonra Hristiyanlar, sonra Müslümanlar… Yapı şu anda restorasyonda. İçerisi müze olarak kullanılıyor. Yapının camii olarak kullanıldığı dönemden geriye kalan tek iz minaresi. Hani bahçedeki mezarlar, ki kim bilir hangi şairler, hangi bilginler, hangi devlet adamlarının kabri orada.
Türkokratya dönemini hatırlattığı için Selanik’teki çınarların kesildiğini Elias Petropoulos’un Yunanistan’da Türk kahvesi adlı kitabında okumuştum. Artık çınar ağaçları yok Hortacı’da. Beyaz Kule’nin yakınında bir anıt çınar olduğunu ve onu bir ziraat mühendisinin kesilmekten kurtardığını da aynı kitapta okumuştum. Şimdi mabedin bahçesinde iddiasız ağaçlar var. Kazılarda çıkmış Roma kalıntıları, mermer parçaları, sütun başları… Ama bir tek Türkçe mezartaşı yok.
Türkçe mezartaşı yoksa da bir sürü dükkan levhası var Selanik’te. Köşkeridis. Kaftanidis, Agapoulos, Kardashiapoulos, Arabacis, Pehlivanoupoulos, Karamanlis, Konyalis, Tokatlis… Ama en hoşuma giden Tserkesoglou oldu. ‘Vay kuzen, nereden düştün buraya?! deyip kapısını çalmamak için zor tuttum kendimi.
Hortacı’nın doğusundaki tak, yapı kompleksinin kapısı olarak kullanılmış olmalı. Via Egnatia buradan geçiyor. Yine Egnatia caddesi üzerinde Sultan Murad yadigarı Bey Hamamı, sergi salonu olarak kullanılıyor. Paşa Hamamı da girişe kapalı bir başka arkeolojik eser deposu. Bakire Meryem Kilisesi bin beş yüz yıllık bir yapı olsa da Egnatia’nın kuzeyindeki caddede merdivenlerle çıkılan, Osmanlı döneminde Saray Camisi adı verilen Aya İlia Kilisesi daha etkileyici. Bu Kiliseye bizi Türk dilinde sadece ‘kardaş’ demeyi becerebilen yaşlı bir Arnavut götürdü. Sarıldık sarmaştık.
Aya İlia’ya yakın bir konumdaki Osmanlı çeşmesi, üzerindeki orijinal kitabesinin korunuyor olması dolayısıyla ilgi çekici. Üzerindeki kitabede Osmanlı harfleriyle ‘Müfti İbrahim Bey’in hafidesi merhum Namika Hanım’ın çeşmesidir. Ruhu içün rızaen lillah el Fatiha. 1328’ yazıyor.
İç tezyinatı ve atmosferi ile görülmesi gereken bir başka mabet olan Selanik Ayasofya’sını unutmamalı. Sokak aralarında kayboluyoruz… Navigasyona gerek yok bu şehirde. Her sokak, her yapı öyküsüyle birlikte zihnimin bir köşesinde. İşte, sağımızdaki sokakta ilkokul kitabımdaki resmi beyni kazınmış olan ev…
Her ne kadar ‘Hayır, burada doğmadı’ şeklinde bir takım itirazlar varsa da en azından Mustafa Kemal’in bu evde yaşadığını biliyoruz. Sırf bunu bilmek bile heyecan verici. Türk’e kalsa bin yılda göremeyeceği ufku gösteren adam. Uzun bir muhafazakar dönemden sonra Türk’ün biraz mürekkep yalamış olanı bugün onun gösterdiği ufka hayranlıkla bakıyor. Bu nedenle evi ziyarete gelen Türk kalabalığı içinde memleketin her çeşit insanı var. Kılık kıyafetinden muhafazakarlığı belli olan insanlar, fiziğinden Orta Anadoluluğu, Karadenizliliği, Doğululuğu belli olan Türkiyeliler bir mabedi ziyaret edercesine huşu ile giriyorlar onun yaşadığı eve. Gürültüsüz, ağır başlı bir kalabalık bu. Aralarına katılıp vaktiyle onun yaşadığı evin içinde kısa bir süre de olsa dolaşıyoruz.
Evin karşısında Türk usulü kahvaltı, menemen, Ayvalık tostu ve her şeyden önemlisi de Türk usulü demleme çay var. Sipariş verdiğimiz Salih adlı İskeçeli çocuk, Türkiye’de olsa işe başladığı ilk saatte kapı önüne konurdu. Öyle ağır, öyle yorgun, öyle yavaş… Ama sevimli, içten bir genç adam. önce söylendi isem de sonra gülümsedim ona. Şark değil burası. Müşteri ne kadar saygınsa satıcı da o kadar saygın…
Yine sokaklardayız. Dilimde bir başka Selanik türküsü.

‘Gemi kalkar suları akar,
Geymiş mor fesini be Süleyman
Bakışı canler yakar.

Yeşil sandık kilidi
Üstünü toz bürüdü
Geçme kapım önünden Süleyman
Civan ömrüm çürüdü.’

Bu şehirde aylarca kalmalı Dengirdangırçu. Ömrümüz hep civan kalsın, çürümesin kalabalıklar içinde. Masa başında, trafikte. Gerçek hayat, insanın oluşturduğu telaşlı kalabalığın, yapay fakat can yakıcı sorunların çok uzağında. Dağların eteğinde, göllerin kıyısında, derin vadilerde, engin ovalarda… Fakat sen öyle halsiz, öyle mutsuzsun ki, yürümüyor, sürükleniyorsun yanıbaşımda.
-Yola devam edelim…
-Devam edelim o halde.
. . .
Makedonya düzlüğünü boydan boya kat eden otoyolun sağında Edessa yol ayrımı. Bizim sevgili Vodina’mız. Ulah keçi çobanlarına selam olsun. Vizedeki dostlarım Arif, Hasan ve Hüseyin kardeşlerin ata yurduna selam olsun. Hani melek misal dilberleri ile meşhurmuş bu diyar vaktiyle. Amma zarafet nedir bilmezmiş o can yakıcı dilberler. Kendilerine aşk ilan edene ‘hoo’ derlermiş. ‘Hoo’ dedi bize Edessa. Bizimkiler çıktıktan sonra Anadolu’nun içlerinden, Çankırı’dan Osmancık’tan, Çorum’dan, Aksaray’dan, Kırşehir’den Kaman’dan çıkıp bu topraklara yerleşen dili Türkçe imanı Meryem oğlu İsa olan Karamanlılar ‘hoo’ dedi sevdamıza.
Düzlüğün sonunda Karaferye… Büyücek bir ilçe burası. Dağların arasında uzanan yol benim memleketimin mübadilleri olan Patriyotların yurduna giriyor. Onlar bu dağların arasındaki küçük köy ve mezraların halkı… Kimine göre Tepedelenli Ali Paşa’nın kılıcının zoruyla Müslüman olmuş Rumlar, kimine göre dili Rumca olan Anadolulu Türkler… Yok… İkisi de değil, aşikar ki Çankırı’nın, Çorum’un dağlarına benzeyen bu zorlu ülke Balkan’ın bütün halklarının karışıp kaynaştığı bir kazan. Yerleşim yerlerinin adı çoğunlukla Makedonca, birkaç asır öncesine dek hemen hemen bütün köylerde Ulahların yaşadığını biliyoruz. Bulgarlar buralara kadar inmiş vaktiyle, bu toprakların sonunda bizi karşılayacak olan dağ sıralarının ardı Toskaların, Gegaların yurdu. Osmanlı belgelerinde Yörük taifelerinin, sürgün Türkmenlerin buralara yerleştirildiği yazıyor. Abdülhalik Renda bu topraklara yerleştirilmiş Çankırılı bir toprak ağasının çocuğu. Önce İskender Bey, sonrasında Tepedelenli Ali Paşa bu kazanı kılıcıyla, gürzüyle, okuyla yayıyla karmakarışık etmiş. Tüm bunların karması bir halkın çocuğu Patriyotlar. O sebepten ikisi birbirine benzemez onların.
Mübadeleden sonraki iskan belli ki çok da planlı bir şekilde uygulanamadı. Kavala şehrinin şehirli Türkleri Anadolu’ya dağıtılırken Yunanistan’ın en az gelişmiş, en taşra köşesi olan bu dağlık bölgeden çıkan mübadiller Türkiye’de İmparatorluk başkentinin batısındaki kıyı köy ve kasabalarına yerleştirilmiş. Küçükçekmece ile Marmara Ereğlisi arasındaki sahil köy ve kasabalarında bugün onların torunları yaşıyor. Anadilleri olan taşra Rumcası artık konuşulmasa da düğün gelenekleri, mutfak kültürleri bütün canlılığıyla yaşıyor bizim kıyılarda.
Dere içlerine, çay boylarına, dağların arasındaki küçük düzlüklere dağılmış irili ufaklı köylerden geçip Kozani’ye doğru ilerliyoruz. Kozani bu bölgenin merkezi durumunda bir şehir. Bağımsız Yunanistan tarafından temelinden sökülüp yeniden inşa edilmişçesine yeni. Buradan sağa dönersek Florina’ya, babamın dostu Florinalı Ragıp Efendinin oğulları olan Fikri ve Lütfi amcaların yurdunu göreceğiz. Necati Cumalı da buralı. Nasıl insanın yüreğine değer onun Makedonya 1910 adlı hatıraları. Fakat biz Florina’ya değil, Kastoria tabelasına doğru ilerliyoruz. Uzun yolun sonunda ağaçların arasından görünen tablo misali manzara Kastoria yani bizim Kesriye’miz.
Göl kıyısında hallice bir yarımada üzerine uzanmış, boyu ne uzun ne kısa, endamı fidandan narince, saçlarına çiçekler sokuşturmuş yeni yetme bir kız gibi Kesriye… Yanı başına uzansam, kuşların kanat sesini, rüzgarı dinleyerek izlesem onu. Dudaklarımın arasında bir karanfil dalı.
Hadi burada dinlenelim. Şehrin girişindeki restorantlardan birinin göl kıyısındaki masaları arasında kendimize bir yer buluyoruz. Oristi adlı muzip yüzlü bir Arnavut çocuğu karşılayıp Türkçe selamlıyor bizi. Anlaşacak ölçüde Türkçesi var. ‘Nereden öğrendin?’ diyoruz, ‘Dizilerden’ cevabını veriyor. Çukur, Sultan Süleyman ve daha birkaç hiç izlemediğim dizinin adını sayıyor. Başka diyarlarda da karşılaştım dizilerden Türkçe öğrenmiş insanlarla. Dilimizi öğretirken bize has bütün zaaflarımızı da gösteriyoruz dünyaya. Her bölümünde birkaç adamın öldürüldüğü, kanunun, mahkemenin hiç konu edilmediği, kadınların dövüldüğü, herkesin birbirine entrika çevirdiği bu yapımları dünyanın görüyor olması utandırıyor beni.
Her zamanki gibi deniz mahsullerinden oluşan kalabalık bir sipariş listesi veriyoruz Oristi’ye. Evliya Çelebi’nin ballandıra ballandıra anlattığı Kesriye gölünün balığı artık yokmuş. Fakat deniz kabukluları var. Ve bizim bildiğimiz mezeler… Hepsi büyük porsiyonlar halinde geliyor önümüze. Garson yiyemeyeceğimizi anladığından balıklarımızı iptal ediyor.
O asude manzarayı seyrederek iki saat geçiriyoruz burada.
-İyi ki bizim olmamış bu topraklar dostum, diyor Dengirdangırçu. Bizim olsa buralar Uzungöl’e ettiğimizi eder çepeçevre beton döküp gasilhaneye çevirirdik dört yanını. Salda gibi kumunu çeker, Küçükçekmece gibi suyunu öldürür, Beyşehir gibi kuruturduk. İyi ki bizde kalmamış. -Evet, iyi ki bizde kalmamış. Rusların dediği gibi ‘Xoroshoya Maşa, patom çto ne vasha.’
Sonra Oristi ile vedalaşıyoruz. ‘Çukur evimiz, İdris babamız’ diyor bize ayrılırken. Gülüyoruz.
Kesriye gölü boyunca kıyıdan ilerliyoruz. Vladimir Zhdanov tablolarını andıran şiirsel manzaraların içinden geçiyoruz. Güzergahımız bir hıyaban… Yer yer ağaçların arasından gölün maviliği, güneşin altın rengi ışıkları düşüyor üstümüze… Rüzgar anne nefesi gibi sevecen. Selanik’te bizi yoran sıcak hava burada yok.
Kesriye’de Osmanlı mimarisi bütün haşmetiyle duruyor. Taş döşeli sokaklar, cumbalı, eliböğründeli, kafesli, kapısı çifte tokmaklı evler… han, hamam, köşk, camii… güzel bir Etnografik müzesi de var.
İstanbul fethedildikten sonra Fatih’in şehre iskan ettiği ilk grup Kesriye Yahudileri. Gittikleri yerde ticareti canlandıracakları düşünüldüğünden bu şehrin Romanyot Yahudileri, İstanbul limanının girişine, yani Sirkeci- Eminönü iskelesi bölgesine yerleştirilmiş. Kesriye kasabasının Müslümanları Türkler ve Arnavutlardan oluşurmuş. Silivrili Reyhan Hanım teyzemizin babası bu diyardan çıkıp gelmiş Türkiye’ye. Nasıl bir vatan hasreti çektiğini tahayyül edemiyorum buraları gördükten sonra. Oğlunu arıyorum.
-Anayurdundayım….
Pek heyecanlanmıyor bu habere. ‘Dedeler çıkmış oradan’ diye karşılık veriyor. Oysa ‘Dedelerim oradan çıkmış’ demesini beklerdim.
Yaşadıkça karşına çıkan hayat kesitlerini, bilgi parçalarını, kopuk anlatıları ve şahit olduğun olayları bir örgü içinde anlamlandırmak çabası içine girmeyeceksin Dengirdangırçu. Böylesi bir gayret için hayat çok kısa. Her şeyi birbirinden bağımsız ve birbirinden kopuk gerçeklikler olarak ele alacaksın. Bu durumda daha az acıyor canın. Kalbine küçük darbeler almak başka, tüm bu darbelerin birleşip yüreğine oturması başka. Çağrışımsız gezmek isterdim bu diyarlarda. Geçmişiyle birlikte ele alıp tarihinin içine girmeden. Florina göçmeni Ragıp Efendi’nin adı sanı kalmamış, otuz yıl önce ölmüş evlatlarını anmadan, kitap pasajlarıyla ilintilemeden görüp hoşlanıp yoluma devam etmek isterdim.
. . .
Kesriye’nin batısındaki sarp dağlara doğru çeviriyoruz direksiyonumuzu. Buradan ötesi Kartalların yurdu Arnavutluk… Bu geçit vermez sıradağların ardında tarihin en eski çağlarından beri bildiğince yaşamış, dili kimselere benzemez, örfü kimselere benzemez Arnavut halkı yaşıyor. Ne Roma, ne Slavlar, ne Asyalı göçer kavimler, ne de Türkler bu dağların ardındaki vadilerde yaşayan halkın üzerinde tam anlamıyla bir hakimiyet kuramadı esasında. Tıpkı Kuzey Kafkasya gibi her geleni kendisine dönüştürdü, her gelen oradan çok şeyi alıp götürdü ama Arnavut ruhu tıpkı bu dağlar gibi durdu yerli yerinde.
Dağların arasından kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz. Arnavutluk sınırında biri polis biri sivil iki görevli pasaportlarımızı kontrol ediyor. Sivil olan Türkçe anlıyor. İçtenlikle selamlıyorlar bizi. Polis usulen bakıyor arabaya. Arka koltuktan bir sigara paketini teklifsizce alıyor.
Tek şerit yolda ilerliyoruz Şkiptarilerin ülkesine doğru. Kıvrım kıvrım yolun karşı şeridinden tek tük eski arabalar geçiyor. Beyaz minareli bakımsız, ilk görüşte terk edilmiş olduğunu düşündüren köyleri, emek verilmiş meyve bahçelerini, tarlaları arkamızda bırakıyoruz. Kimi köylerin içinden geçiyor yolumuz. Kapı önlerinde soğan çuvalları, kavanoz kavanoz bal…
Tek parça kayadan bir kütle gibi duran dağ, Necati Cumalı’nın Dila Hanım adlı öyküsünde bahsettiği Malinka Dağı olmalı. Çünkü Ohri’den Florina’ya inen yol bu dağın doğu eteğinden geçiyor. Bu dağı sağımızda bırakıp Bilishti, Cangonj, Plase, Burimas, Zvezde, Shengjergj, Podgorie, Grabovice gibi yerleşim yerlerini geçip Podragaş’a giriyoruz. Ohri karşımızda. Arnavutluk’u çevreleyen dağlar solumuzda. Sağa dönüp dağ yolundan tırmanarak Makedonya sınırına geliyoruz. Solumuzda Ohri gölü, karşımızda gölün batısına göre daha mülayim yüzey şekilleri. Göl kıyısındaki tatlı kıyı kasabalarından geçiyoruz. Yüzümüzü okşayan dağ rüzgarı eşliğinde döndüğümüz her kıvrımdan sonra karşılaştığımız manzaraya teşekkür ederek…
Ohri…
Hayır hayır göl kıyısına uzanmış yatan o gencecik dilber Kesriye değil, burası. Tanrı ve onun sevecen kulları el ele vermiş, birisi coğrafyayı aşk ile şekillendirmiş, diğeri bu coğrafyaya aşk ile emek vermiş. Yine zakkumlar, yaseminler, hanımelleri, begonyalar, gülibrişimler… Yine o coğrafyanın içinde rüküş durmasın diye ölçüyle inşa edilmiş binalar, sık orman içleri, mavi – lacivert göl ve göl üzerinde kımıldanan ışık huzmeleri…
Gece çöktükten sonra şehrin içini görmeden Old Town tabelasını izleyerek tepeye doğru çıkıyoruz. Kocaman bir kale duvarı kesiyor önümüzü. Kale girişinde bariyer var, bariyerin önünde bir kocamış Makedon. Aracı bırakacak yer soruyoruz yaşlı adama. Rusça bilen birinin anlayabileceği bir dille ‘izle beni’ diyor.
Önüme düşüp önce kale içindeki bir markete götürüyor, sonra kapının yakınındaki dar sokakta birilerine sesleniyor. Yaşlıca bir hanım uzatıyor başını, yeri olduğunu ama uzun süreli kiralayacak birini aradığını söylüyor.
-Bir ya da iki gün diyorum.
-Nerelisin?
-Türkiye…
-Rusça konuşan bir Türk… Dünyanın sonu geldi diyorlardı da inanmıyordum.
-Biraz Çerkes… Belki ondan…
-Çerkes… Yani hem barbar hem centilmen. O zaman buyurun.
İki katlı pansiyonun üst katını gösteriyor bize. Tertemiz yataklar, tertemiz zemin, eski tip mobilyaların olduğu bir giriş, duvarda hanımın genç hali ve ona sarılmış muhtemelen oğlu olan bir genç adamın resmi. Geniş bir teras balkona alıyor bizi. Karşımızda Ohri hisarının panoraması… Hisarın altında tipik Türk evleri. Kıvırmlı sokaklar, sokaklarda ikili üçlü gruplar… İstersek çay kahve hazırlayabilirmişiz kendimize. Mutfak bizimmiş.
Unutmadan… Adı Margarita. Daha çok İtalyan…
Balkonda kale manzarasını karşımıza alıp kahve içiyoruz. Aklımda Necati Cumalı, Yahya Kemal, Eyüp Sabri, Resneli Niyazi, İbrahim Temo.
Geç saat odada tek başımayım. Açık pencereden içeriye serinletici, canlandırıcı bir rüzgar doluyor. Uykum yok… Bu toprakların geçmişini düşünüyorum. ‘Geçmişten kurtul’ diyen doktor önerisi aklıma gelince geleceğe ilişkin bir takım kurgular şekillendirmeye çalışıyorum kafamda. Olmuyor. Her şey o kadar güzel ki.
. . .
-Teşekkürler Margarita ama bizim önce şehre inip bir motosiklet kiralamamız gerekiyor.
Arabayla yeni şehre iniyoruz. Harcıalem sokaklar, taş döşeli muhteşem caddeler, şık bahçeler, bakımsız bahçeler ve göl kıyısı. Bir dükkanda kiralık motosiklet ilanı görünce duruyoruz. Marko adında Silivri’de yaşayan Saatçi Şenol Amca’ya benzeyen bir adam. Saatçi Şenol Amca da Üsküplüydü. O Türk idi, bu Makedon olduğunu söylüyor.
Hiç kimse zannettiği şey değil belki de. Bu adam bilse memleketinin onca uzağında baban deseler inanacağı ölçüde kendisine benzeyen bir adam olduğunu… hem de kökleri aynı yerden.
Kiralama işi on beş dakika sürmüyor. Sonra Old Town’ın taş döşeli sokaklarındayız.
Önce Ohri kalesi… Tarihi şehir, göl ve çepeçevre dağların manzarası ayaklar altında. Zaman olsa akşama kadar bu manzarayı izlesek… Fakat görülecek çok şey var.
Margaritanın pansiyonun az ilerisinde Helenistik dönemden kalma antik tiyatro. Söylediklerine göre Hıristiyanlık döneminde bilinçli bir şekilde üstü toprakla kapatılmış olduğu için zamanın ve insan elinin tahribatından korunmuş. Peynir keser gibi düzgünce kesilmiş taşları, geniş izleyici terasları ve sahne… Karşıdaki Arnavutluk dağlarına bakıyor. Tıpkı Midilli’ye bakan Assos amfi tiyatrosu gibi… Üç yanı konaklarla çevrili bu panoramayı iki bin yıl önce öldürmek ya da öldürülmek üzere sahneye atılmış bir gladyatörün gözleri ile izliyorum.
Dar sokaklardan geçip aşağıya doğru inen yol Ohri Ayasofyası’na çıkıyor. Bin yıl önce yapılmış haşmetli olmaktan ziyade çevresiyle uyumlu bir yapı. İki katlı bir bina görünümünde olan ana yapıya 14. Yüzyılda eklenmiş revaklı bir bölüm var. Yapının girişinde yaklaşık iki metre kadar kazılmış alan, temele ilişkin fikir veriyor.
Altı yüz yıl boyunca camii olarak kullanılmış olan bu yapıdan Evliya Çelebi de bahsediyor. Sadece Cuma namazlarının kılındığı caminin bakımsızlığından yakınıyor ve ‘burası Hıristiyanların elinde kalsaydı cennet bahçesine çevrilirdi’ notunu da düşüyor. Bina Yugoslavya kuruluncaya dek cami olarak kullanılmış, sonrasında kiliseye çevrilmiş, minaresi yıkılmış, iç tezyinatın üzerindeki boya kaldırılarak freskler ortaya çıkartılmış.
Beline zünnar bağlamış bir keşiş gibi saygıyla giriyoruz kiliseye. İçeride ayin var. Çeşitli milletlerden Hıristiyanlar saygı ile diz çöküyorlar kilisedeki fresklerin önünde. Dışarıda çoğu Türklerden oluşan Turist kalabalığına kiliseyi anlatan iki rehber var.
Kiliseyi çepeçevre dolaştıktan sonra oradaki bir kafeye oturup bir şeyler yiyoruz. Birisi öğretmen diğeri tanınmış bir şirketten emekli genç sayılabilecek bir çiftle sohbet ediyoruz.
Yola devam… Şehirde görülmesi gereken yerlerin listesini tamamladıktan sonra tekrar göl kıyısına iniyoruz. Geldiğimiz yöne, Arnavutluk sınırına yöneliyoruz tekrar. Yolumuzun üzerindeki bir marketten üzerinde Makedonya bayrağı olan tişörtler ve mavi şort alıyoruz. Tam otuz kilometre sonra Sveti Naum Manastırının olduğu tabiat parkına giriyoruz. Parkın göl kıyısında insanlar suya giriyorlar, solda hediyelik eşya ve aperatif yiyecekler satan stantlar var. Biraz ileride tarif edilemeyecek berraklıkta bir ırmağın göle karıştığı yerde 30 Euro karşılığında kayığa binip iki yüz metre ilerideki küçük şapele dek kürek çekmek mümkün. Kayıkçı, Goran adlı bir Makedon. Onun elinden kürekleri alıp o ayna misali suyun içinde ilerliyoruz. Suyun dibindeki bitki örtüsü, ırmağın iki yanından suya eğilen ağaçlar, suyun sesi… Cennet tasvirlerinde bahsi geçen ‘tahtihel enhar’ cennet burası olmalı…
Eğilip su içiyorum ırmaktan. Kayık güzergahının sonundaki şapel’in içinde ayazma var. Bakır maşrapaya su doldurup uzatıyorum arkadaşıma.
-Al Dengirdangırçu… Üzüntünün çekip gitmesi niyetiyle iç bu sudan,
. . .
Tabiat parkının diğer ucundaki Aziz Naum Manastırına çıkan yokuşta durup çevreye bakıyorum. İnsan burada yaşayıp Tanrı’yı nasıl düşünmez. Burada yaşayan bir insan bu toprakların güzelliğine emsal bir ebedi yurdu nasıl düşlemez. Yeşilin yetmiş çeşidi, gölün çivit mavisi ve laciverdi, karşı dağların moru, grisi… Sonra bütün bu renk harmonisinin üzerine kanaviçe misal işlenmiş zarif yapı.
Manastırın önünde tuhaf, tuhaf ötesi gülünç, ya da korkunç heykeli olan Aziz Naum, bin yıl önce yaşamış bir misyoner. Birinci bin yılda Asya içinden kalkmış, bugünkü Tataristan’dan geçmiş, Kuzey Kafkasya’da yüzlerce yıl kaldıktan sonra Balkanlara sarkmış Turani bir topluluğu, yani Bulgarları Slavlaştıran, sonra Hıristiyanlaştıran, onları bir ulus haline getiren el, Aziz Naum’un eli. Onu manevi yüceliği sebebiyle değil, işte bu emeği sebebiyle aziz biliyor Slav dünyası.
Kirl alfabesini geliştiren Kril ve Metodi kardeşler Aziz Naum’un öğrencileriydi. Bugün Slav dünyasını batıdan ayıran en önemli fark bu alfabe. İncil bu okulda Slav dillerine çevrilmiş. Bu okulda yetişen Kril ve Metodi kardeşlerden başka Ohrili Clement ile Teoflakti Hıristiyanlığın Slav dünyasında kabulünü sağlayan, Slav dilini yazıya geçiren, Slavları uluslaştıran din adamlarından bazıları. Tüm bu tarihi şahsiyetler bu manastırda yaşadı, eğitim aldı, eğitim verdi.
Manastır o zamanalar ‘Ohri Edebiyat Okulu’ olarak da anılıyor. Bundan bin yıl önce burada edebiyatla uğraşan din adamlarının olması enteresan, fakat daha enteresan olan, edebiyat alanında çalışmış bu insanlara aziz ünvanı verilmiş olması.
Bizim din adamlarımızın edebiyatla sanatla işi olmaz oysa. Din disiplinimizde de sanat ve edebiyat kavramları yoktur. Boş işlerdir bunlar İslam Dünyasında. Edebiyat ve sanatla uğraşmak bizim dindarımızın gözünde ya malayani iştir, ya da züppelik.
. . .
Manastırın iç bahçesinde huşu içinde dolaşan siyah cübbeli, dağınık sakallı papazlar, Uzakdoğulu, Avrupalı, Ortadoğulu, Rusyalı ve Türkiyeli turist grupları var. Göle bakan duvarın üzerine oturmuş melek sima kız, Şehriyar’ın ‘Ya sen menim dinime dön, ya men kilisaya gelem’ mısraına ilham olmuşçasına güzel.
Bahçenin bir köşesindeki banklardan karşımızdaki cenneti izlerken yanımıza yaklaşan iki papazla sohbete koyuluyoruz. Bin yıl önce bu manastırda edebiyat ve sanata kafa yoran keşişlere benziyorlar. Siyah cübbeleri, uzun sakalları, düşünceli gözleri, çizgili alınları bin yıllık fresklerdeki tiplerin aynısı. Papazların birisi şişman bir Kefelonyalı, diğeri zarif bir Makedon. Şişman olan kült sinema yapımlarından, İrini Papas’tan, Penelope Cruz’dan, eski Yunan’ın sanata verdiği ilhamdan, edebiyat uyarlaması sinema yapıtlarından bahsediyor. Diğeri benim bu sohbete katılabiliyor olmamı şaşkınlıkla karşılıyor. İkisi de Türkiye’yi görmüş, Kefelonyalı olan Heybeliada’da bulunmuş. Anlayacak ölçüde Türkçeleri var fakat İngilizce ve Rusça konuşmayı tercih ediyorlar. Makedonyalı olan 17 Eylül’de bizim yakınlarımızdaki bir otelden rezervasyon yaptırmış. Telefon numaralarımızı alıp veriyoruz.
. . .
Akşam olmadan göle girmeli. Yıllar oldu tatlı suda yüzmeyeli. Hadi motorumuza…
Gün batarken dünyanın en berrak, en temiz suyunda kulaç atıyoruz. Suyun dibindeki taşlar görünüyor. Ayaklarımızın altından sarpaya benzeyen balıklar geçiyor. Kollarımı açıp yatıyorum suyun üzerine. Gün tenimde batıyor.
. . .
Gece… İki yanında dükkanlar sıralanmış, zemini beyaz mermer yahut granit döşeli sokakta Dengirdangırçu ile yanyana yürüyoruz. Binaların çoğu eski fakat bakımlı. Vitrinler ışıl ışıl. Gittiğimiz yöne doğru yürüyen ya da karşıdan gelen insan kalabalığı içinde Türkler çoğunlukta. Tam Türki bir üslupla akşam ezanı okunuyor. Demek burada ezan Yunanistan’da olduğu gibi yasak değil.
Ohri’nin incisi meşhurmuş. Fakat çarşıda satılan inciler genellikle telmaşa Çin işi ürünler. ‘Ohri incisi’ diye satılıyormuş. Şark her şeyin sahtesinin yurdu. Malın, fikrin, inancın, imanın, şehrin, sanatın ve insanın sahtesi orada. Doğunun en ucuna ilerledikçe artıyor bu sahtelik. Ohri’ye şarktan gelen yegane sahtelik inci olsun dilerim.
Meydana bakan restorantlardan birinde dışarı konulmuş masalara oturuyoruz. Ezan bittikten sonra meydanın orta yerinde ayakta duran bir adam elindeki bağlamayla acılı, zulümlü, gurbetli, anamlı, hayın yarlı bir Anadolu türküsüne başlıyor. Karşısındaki Türk turist kalabalığı adamı keyifle kameraya alıyor. Adam türkünün birini bitirip birini başlıyor. Acı üstüne turşu, turşu üstüne çiğ köfte, çiğ köfteye issot, issota pul biber, onun üstüne şalgam… Sonra devrimci şarkılar başlıyor. Kendisi ile kavgası bitmemiş dünya ile kavgaya soyunan adamın yakınması, sızlanması, küfrü, ilenmesi, bedduası…
Derken tiz kadın sesleri ve yürüyen bir orkestra eşliğinde bir kalabalık giriyor meydana. Eteği işlemeli beyaz elbiseli kızlar, siyah pantolonlu, uzun beyaz gömlekli, siyah yelekli başı şapkalı erkekler sırayla giriyorlar meydana. Önde Hırvat bayrağı taşıyan bir genç, onun arkasında keman, lavta ve kaval çalan orkestra olduğu halde bir çember oluşturuyor. Çocuksu bir melodi yayılıyor meydana. Kızlar hep bir ağızdan bir şarkıya başlıyorlar. Sonra kol kola girip çemberler oluşturarak dönüyorlar. Şarkının nakaratından sonra tiz sesler çıkarıyor kızlar. Delikanlılar şen, elleriyle topuklarına vuruyorlar.
Bağlama çalan Türk gayrete geliyor. Orkestranın sesini bastırmak için sesini daha da yükseltiyor. ‘Kaşların arasına domdom kurşunu değdi’ diye başlıyor. Bir avcı önce vurmuş, sonra yemiş onu. Gümüle adlı sevgilisini çağırıyor. Hançer yarasından, kaşlarının arasına değen domdom kurşunundan yakınıyor. Çevresindeki Türk kalabalığı coşuyor.
Yan tarafta genç kızlar eteklerini savurarak tiz çığlıklar atıyor. Yazdan, sevgiliden, çiçekten bahseden şarkılarını söylüyorlar. Delikanlılar kahkahalarla sarılıyorlar onlara. Küçük halkalar oluşturup dönüyorlar. Bağlamacı yeni bir şarkıya başlıyor. Zalim yardan, ölümden, ağlamaktan bahseden türküsü karışıyor Hırvatların şarkısına.
Bin yıldır yasın içinde kıvrılıp yakınan Anadolu ve her yüzyılda üç beş savaş görüp yaşama sevinci azalmayan Balkan coğrafyası, tarihi film kareleri halinde gelip geçiyor gözünüm önünden. Anadolulu tipler, Balkanlı tipler, bağlama ve lavta sesi, kahkaha ve gözyaşı…
Hayat nasıl tercih edersek öyle akıp gidiyor sanki. Coğrafya bizim tercihimize göre şekilleniyor. Başımızdan gelip geçenler bizim tercihimize göre.
Dengirdangırçu’nun ‘Balık güzel mi sence?’ sorusuyla dağılıyor zihnim.
-Bilmem… Annemin sası dediği cinsten kekremsi bir tat aldım. Evliya Çelebi Ohri’nin balıklarını da abartmış sanki. Sence nasıl?
-Güzel sanki. Ama anlayamadım…
. . .
Şimdi istersen gölün kuzeyine doğru yola devam edip Arnavut diyarına, istersen dağın içinden geçip Resne’ye, oradan Üsküp’e, yahut Manastır yönünde Yunanistan’a… Ne yöne gidelim Dengirdangırçu?
-Beni burada bırak.
Güldüm,
-Ben de burada kalmak isterdim, ama iş güç vakti yaklaşıyor. Oğlanın doğum günü, kızın okulu… Hanım bir başına orada. Dönelim istersen.
-Ben dönmeyeceğim dostum. Beni burada bırak ve git.
-Seni burada bırakıp mı? Saçmalama.
-Hiç kimse arayıp sormaz beni.
-Biliyorum ama yakışıksız bir iş benden istediğin.
-Yok, bırak beni burada. Hani ben seni olmayacak yerlere sürüklerken sen derdin ya, yakışanı yapalım. Yakışanı yapmamıza ilk kez razıyım. Beni burada bırak ve git.
Başımı gölün ufkuna çevirip güldüm.
-Mantıklı bir fikrin olamaz mı senin?
-Bu benim değil, senin fikrin. Yolculuğa çıkalım, çünkü yolculuk her türlü sorunun en kolay ve en kısa vadeli çözümüdür, dedin bana. Öyle de oldu. Teşekkür ederim. Yoluma devam edeceğim ben. Geldiğim yere geri dönmemek üzere devam edeceğim yoluma. Burada ayrılacağız.
-Sonra… Sonrasında nereye gideceksin.
-Buradan Karadağ’a… Sonrasında nereye gideceğime orada karar veririm. Belki Avrupa içleri belki İtalya, belki Amerika ya da Avustralya.
Elini omzuma koydu.
-Uzun süreli bir dostluktu bizimkisi, ama yeter. Senin daha fazla geç olmadan özgürleşip bilgeliğin üzerine razı olacağın bir hayat inşa etmen lazım. Yapabilecek misin bunu?
-Yapmam gerektiğini biliyorum.
-O halde hadi…
. . .
Vakit gece yarısını geçerken ben Resne dağlarında tek şeritli bir yolda bir başıma Manastır’a doğru ilerliyorum. Ormanın içerisinden dağları aşan yolun bir kenarındaki geniş boşlukta arabayı bırakıp aşağı iniyorum. Bunca yıllık ömrümde yıldızları bunca parlak görmemiştim hiç. Ormanın sesini bunca açık duymamıştım. Bütün gökyüzünü, yıldızları ve ormanı sarmak, gecenin tertemiz havasını bütünüyle içime doldurmak istercesine kollarımı iki yana açıyorum.

ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİ’NE

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön