Dırmıçkıtlı Fikret’in öyküsü
Edebiyatın hayal, kurgu ve tarihten esinlenen faraziyelere kilitlendiği bir dönemde yaşamın gerçeğini pazarlıksız, kaygısız ve çekincesiz bir şekilde yansıtan hatıraları hangi okur özlemiyor ki. Reşat Nuri’nin ‘Anadolu Notları’, Ümit Yaşar’ın ‘Avrupa Görmüş Adam’ı… Hele Cevat Şakir’in ‘Mavi Sürgünü’… Şevket Süreyya’nın ‘Suyu Arayan Adam’ı… Bunlar ve saymadığımız birçok hatıra türünden edebiyat eseri, aslında soğuk ve hissiz tarih disipline projektör tutup olup biteni insanlığın insaf nazarlarına sunan şaheserler. Her biri popülizmin kısa vadede yok eden, gözden düşüren yargılarına inat var olan, var olacak olan, Türk Dili yaşadıkça okuyucunun başucundaki makamından inmeyecek edebiyat eserleri.
İlk baskısı 2006 yılında yapılmış olan ‘Çekerek Kıyılarında’ adlı eser, yukarıda saydığımız şaheserlerin tadını taşıyan bir kitap. Onu bugüne dek okumamış olmamızı mazur kılan temel gerekçe, popüler isimlerin imzalarını taşıyan kitaplara duyduğumuz önyargı olmalı. Son zamanlarda kapağında kocaman puntolarla popüler isimler okuduğumuz, sayfalarını araladığımızda içinden basit keşifler, anlamsız heyecanlar, eğretilik, yapaylık ve sığlık dökülen kitaplar yok mu? Kitap sözcüğünün kutsal çağrışımlarını zedeleyen, insanı okuryazar olduğuna pişman eden cinsten ‘yapıt’lar bunlar…
Milletvekili, Maliye Bakanı, Büyükşehir Belediye Başkan adayı, siyasetçi, ekonomist, köşe yazarı Zekeriya Temizel’i tanıyorduk ama Dırmıçkıtlı küçük Fikret’i duymuşluğumuz yoktu. Bizim tanıdığımız Zekeriya Temizel para, finans, ekonomi, iktisat yazardı da ‘Çekerek Kıyılarında’ nasıl olup da gezerdi? O Çekerek kıyıları ki bu memleketin hala paraya, finansa, ekonomiye, bankaya yabancı bir köşesi…
Dırmıçkıtlı Fikret, Zekeriya Temizel’in çocukluğu… belli ki büyüklerin adını anmayı yasaklayan Çerkes geleneklerinden dolayı ona ailesi Zekeriya adıyla seslenemeyip Fikret demiş. Çünkü Fikret’in Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan dedesinin adı da Zekeriya’dır. Fikret savaşlarda yitmiş aile büyüklerinin öyküleri ile büyümüş. Köyünden tiplerle başlıyor öyküsüne, sonra kasaba ve oradaki ilkokul… Bundan elli yıl önce o toprakların çoraklığında ümit yeşerten, artık emsali kalmamış insan tiplerinin arasında nasıl olmuşsa boy verip Ankara’ya, meclise, yurt dışına uzanan çarpıcı bir biyografinin başlangıç kısmı bu kitapta anlatılanlar.
Hatıra – roman niteliğindeki bu eserde zaman 1940’lı yılların sonu, 1950’li yılların başları… Anadolu Bozkırının ortasından kavak ağaçları ile iz bırakarak geçen küçük Çekerek ırmağının kıyısına kurulu bir köyde yaşayan ilkokul öğrencisi Fikret’in mitolojik bir geçmiş ile belirsiz bir gelecek arasına asılı kalmış yaşamı, hayalleri ve tanıdıklarının öyküsü bu.
Mitolojik bir geçmiş, çünkü Fikret, Anadolu bozkırına yetmiş yıl önce gelip konmuş, yurdunu ve geçmişini denizin ötesinde bırakmış Çerkes halkının çocuğu. Memleketinde çocukluğunu, gençliğini bırakmış, Türkçe bilmeyen bir nineden dinlenilen geçmiş, Fikret için masalsı bir dünyaya ait… O, Dırmıçkıt adlı bu köyde doğmuş, Zülü ve Ömer’i tanımış, altı kilometre ötedeki kasabada ilkokula başlamış, köyünün dili ile geçmişi, kasabanın dili ile geleceğini kurgulamış bir küçük çocuk.
Dırmıçkıt’ın bugünkü adı Çırdak… Fikret’in çağından altmış yıl sonra kültürel kimliği, etnik kimliği tamamen değişmiş, fakat altmış yıl önceki yoksulluğun içinde duran tipik bir Anadolu köyü… Anadolu’nun tarım ve hayvancılığa bağlı yazgısına ayak uyduramayan Çerkeslerin okumak üzere dışarı gönderdikleri çocuklarından bu köye dönen yok… Geç evlenme gelenekleri ve çok çocuk yapamayışlarından dolayı Anadolu’daki bir çok Çerkes köyü gibi Dırmıçkıt da kimlik değiştiren, farklılaşan bir köy. Bu halkın kaderi böyle… yüz yıl önce yaşadıkları Atayurtlarında da bir vakitler onların şenlendirdiği köyler başka insanlarla yaren olmuş. Soçi’de nasıl adları var, kendileri yok ise, çıkıp dağıldıkları Rumeli’nde, Trakya’da, Ortadoğu’da ve Anadolu’da nice yerleşim yeri Kuneytra gibi, Ceyhan gibi, Kahire gibi, Golan gibi bir zamanlar Çerkeslerin yaşadığı yerler değil mi?
Dırmıçkıt adlı Abaza köyünü annemden duymuşluğum vardı. Annemin ilkokul anılarında yer alırdı o köyün çocukları. Yüzlerine bakınca kulaklarına kadar kızaran, mahcup tavırlı, üstleri başları tertemiz, Türkçeleri yetersiz olduğu için daha çok matematik derslerinde başarılı çocuklardı bunlar. Hele bunlardan birini unutmazdı annem. Öğretmenler bir araya geldiklerinde hep onu konuştukları için diğer öğrencilerin kıskandıkları sarı saçlı Dırmıçkıtlı’yı… Önce o babasının görevi sebebiyle terk etmiş kasabayı, sonra annem ayrılmış. Aradan elli yıl geçtikten sonra Maliye Bakanlığı yapan Zekeriya Temizel’in o küçük Dırmıçkıtlı çocuk olduğunu duyduğunda ‘yok!’ demiş annem. ‘Musa o kadar uzun boylu değil. Hem bizim Zekeriya sarışın bir çocuktu.’
Zekeriya sarışın bir çocukken onu her sabah köyünden alıp kasabaya getiren ince yüzlü, zarif tavırlı Türkçe bilmez Ninaduğ, artık Anadolu bozkırında eriyen, değişen ve dönüşen Çerkes kadını tipinin çok çarpıcı bir örneği olarak aktarılıyor kitapta. İleri yaşına rağmen o torununun ocağının tartışmasız reisi. Kız torunlarını okutmak için gayret gösteren bu nine milli kimliği ile etnik kimliğinin ayırımını yapmış olması dolayısıyla bugünün kafası karışık aydınlarından daha fazla aydın bir kişilik. Öyküsü Kafkasya’da başlamış, çeşitli Çerkes dillerinin yanında Rusça bilen, ailesini kardeşlerini savaşta yitirip eşiyle yeni bir yurt bulmak üzere Türkiye’ye gelen, oğlunu yeni yurdu için şehit veren bu Çerkes kadınına dair kitapta anlatılanları okuduğumuzda tıpkı Fikret’in öğretmeni gibi iç çekip hayıflanıyoruz onunla sohbet edemediğimize.
Kitabın ilk bölümünde acıklı öyküsü anlatılan Zülü ve Ömer adlı iki kardeş ise Çerkes geleneksel hayatının şekillendirdiği iki genç tipi. Köyün yakışıklısı, at sevdalısı, şık, vakur ve saygılı bir genç olan Ömer’in şahsında ölen aslında 1864’te anayurdunu terk ettikten sonra aşama aşama eriyen Çerkes tipinin ta kendisi. Kim vurduya giden bu genç, tıpkı Cervantes’in ölümsüz karakteri Don Kişot gibi artık işlevini yitirmiş, modern çağın kabul etmediği, bir yere koyamadığı, fonksiyonu kalmamış bir tip. Çerkesin atı, erdemleri, saygı kuralları ve dili, içinde bulunduğumuz çağda işlevselliğini yitirdiği için hayata maddi bağlarla bağlanmayan Çerkes’i bütünüyle temsil edebilen birileri yok artık. Bununla birlikte günümüz Çerkeslerine kalan kültürel miras kalıntıları bile onları zamana yabancılaştırmaya yetiyor. Zekeriya Temizel’in siyaset girişimi bile bu önermenin en belirgin kanıtı niteliğinde.
Görmeyen gözleri ile kardeşi Ömer’in yasını tutan ve onun sevdiğinin düğününde son kez dans eden, kardeşinin ölüm yıl dönümünde hayata veda eden talihsiz Zülü ise Çerkesleri anlatmaya çalışan yazarlara, şairlere benziyor en çok. O da kimselere anlatamıyor derdini, onu hayata bağlayan değerlerin somut ifadesi olan atını çağın zorlamasıyla elinden alıp satıyorlar, onun da tek avuntusu artık kaybolmuş bir yakın mezarından başka hiçbir şey değil, ondan da geriye hiçbir şey kalmamış artık.
Bu yönüyle Fikret’in anıları sürgün Çerkes halkının arşivini oluşturan dağınık metin parçalarından birisini oluşturuyor. Benzeri hatıralar bir çok edebiyat eserinin içinden çekilip birleştirildiğinde Çerkes halkının sürgün yaşamının kayıtları çıkıyor ortaya.
1940’larda Dırmıçkıt’ta yaşayan Hanfen ailesi bütün yoksulluğuna rağmen mutlu insanlardan oluşuyor. Eşinin babaannesine sesini duyurmayan, saygı ve uyumdan ibaret anne, babaannesinin sözünden çıkmayan, babasının madalyasını gururla göğsünde taşıyan, üç kuruş arazi vergisi veremediği için yatağı haczedilen, yol inşaatlarında bedenen çalışarak vatandaşlık katkısı sunan onurlu bir baba… onların çocukları ile birlikte Hanfen ailesi, yaşlı babaannelerinin kanatları altında herşeye rağmen mutlu bir cumhuriyet kuşağı aslında. Dünyaları Çekerek kıyısına kurulu köyün ufkunu oluşturan HIrnabijare’de başlayıp mahsullerini satmaya götürdükleri Tokat’ta biten bir dünya. Onun ötesindeki tüm dünya tıpkı anayurtları Kafkasya gibi uzak, çok uzak…
Onların öyküsü, aslında dağılmış imparatorluğun bakiyesi olan yoksul insanların parasal ekonomiye geçişlerinin öyküsü. Bu yönüyle taşranın diğer köşelerinde yaşanılanlardan farklı değil. Sonuç olarak geleneksel hayatın para karşısındaki kaçınılmaz çöküşüne dair anılar bunlar… fakat bu anılar bir başkasının kaleminden bunca samimi, bunca pişmanlıksız, bunca bilgece aktarılabilir miydi emin değilim.
‘Çekerek Kıyılarında’ belki de Çağdaş Türk Edebiyatının bugüne ulaşmış bütün metinlerinden küçük tatlar içeren, fakat özünde basit bir kurgu ile yalın bir dille yazılmış önemli bir eser. Bununla birlikte basitçe kurgulanmış, yalın dille yazılmış metinlerin bıraktığı etkiden farklı bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde. Belki benzeri Fakir Baykurt’ta, Bekir Yıldız’da, Yaşar Kemal’de görülen, tanık anlatımı cinsinden yorumsuz, çağrışımsız ama insanın derisinde hissettiği bir etki bu. Çocukluk anılarını naklederken utangaç bir çocuğa dönüşen yazarın bilgeliği, kendi gayretiyle yükselmiş insanlara mahsus açık yürekli ve çekincesiz tavrı okuyucu üzerinde büyü etkisi bırakıyor.