Bundan tam on yıl önce, Fatih Külliyesinin Malta çıkışında, Börekçi Kapısının bitişiğinde bir eski yapının ikinci katında bu dünyayı tersine çevirmeye karar vermiş yirmi beşinde bir genç iken tanıdım onu.
Görür görmez sevdim…
Ben Don Kişot’un milenyum uyarlaması idim o günlerde. Her gün ayrı bir macera, her gün ayrı bir heyecan, her gün ayrı bir yürek yarası…
Orada geçirdiğim on üç ay boyunca yaşadığım macera, bir ömre teselli olacak cinsten heyecan dolu idi.
Canan bu maceranın en kıyısında, en belirsiz ama belki en çarpıcı olanı…
. . .
Yüzü ilk bakışta ürküntü verecek derecede kara, gözleri çukura kaçmış, saçları çamura bulanmışçasına kirli, kıvırcık, kah beyaz, kah kahverengi, kah siyah bir çalı demeti gibi, bakışları Yusuf’u attıkları kuyu kadar boş…
Vücudu olgunlaşıp düşmüş, düştüğü yerde çürümeye yüz tutmuş bir armut gibi, koca gövdesini taşımaktan aciz incecik iki bacak, ayaklarında biri diğerinden farklı terlik eskileri…
Canan bu…
. . .
Gündüz börekçi kapısının bitişiğindeki taş seki üzerinde oturup gelip geçeni seyretmekle vakit geçiriyor, gece Malta Çarşısının telaşı yatışıp ortalıktan el ayak çekilince benim kaldığım binanın alt katındaki aktarın demir kepenklerinin dibine serdiği birkaç kartonun üzerinde kıvrılıp yatıyor.
Yanında can yoldaşı ile Malta’nın tok gözlü kedileri olduğu halde uyuyuveriyor.
. . .
Yoldaşı ise oturduğu tekerlekli sandalyeye kaynamış, en az onun kadar yaşlı, en az onun kadar kirli bir kötürüm adam. Gündüzleri Canan’ın oturduğu sekinin karşısında konuşmadan, izlemeden, bakınmadan öylesine hareketsiz bekleşip duruyor. Kimi zaman Canan’ı onun tekerlekli sandalyesini iteklerken görüyorum. Gelip geçen insanlar küçük paralar atıyorlar kucağına. Ne yaşlı kötürüm adam dönüp bakıyor atılan paraya, ne de Canan…
. . .
Ara sıra yemek indirmelerini söylüyorum onlar için. Önlerine koyduğumuz pide kutularını hiçbir şey demeden açıp karınlarını doyuruyorlar. Ne Canan teşekkür ediyor ikramımıza, ne de kötürüm yoldaşı, ne de kediler.
. . .
– Orospu Canan, orospu Canan… diye keyifle, zevkle bağırıyor kalabalığın arasından yüzü bıyıktan ibaret iri, esmer bir adam… Kadınlığı üzerindeki kirli yırtık elbiseden ibaret yaşlı insan enkazına şehvetle hakaret ediyor. Canan tıslayarak, bağırarak cevap veriyor. Fatih külliyesini çınlatıyor kadının küfürlü cevabı. Yüzü bıyıktan ibaret esmer adamın annesinin kemikleri sarsılıyor mezarında. Çarşı şehvetle kahkaha atıyor. Siyah kıyafetli kadınlar utançla kaçışıyor. Canan’ın can çekişen bir kedinin hırlayışına benzeyen küfrü yankılanıyor börekçi kapısında. Kalabalık gülüyor, kötürüm yoldaş başını biraz daha eğiyor kucağına doğru.
. . .
Yaz akşamları binanın küçücük penceresini açıp şarkılar söylüyoruz… memleket şarkıları, dağlar, özgürlük, kurşun, intikam, sürgün, ölüm konulu şarkılar. Sigaralarımızı üflüyoruz gri bulutlara. Dumanın ötesinde beyaz martılar kanat çırpıyor. Fatih külliyesi ahir zamanı dinliyor, biz birbirimizin söylediği özgürlük şarkılarını…
. . .
2000 yılının temmuz ayı…
Saat gecenin üçü… bir ses, bir sesleniş, bir inilti geliyor kulağıma
-Canan, Canan…
Başımı uzatıyorum pencereden dışarı. Yaşlı kötürüm adam duvarın dibine döşenmiş karton yığınının üzerinde kıvrılmış yatıyor.
-Canan, Canan, diyor.
Yanı başında kıvrılmış kedi huzursuzlanıyor önce. Canan biraz ötede kaldırımın üzerindeki kartondan yatağında sağından soluna dönüyor.
-Canan, Canan… diyor kötürüm yoldaş.
Öfkeyle kalkıyor Canan… iki elini yumruk yapıp sıkıyor.
– Ne var be, ne var… ne oldu, ne bağırıyorsun akşamdan beri….
Yaşlı kötürüm duyamayacağım bir sesle isteğini söylüyor. Canan gazaplanıyor.
– Rahat vermedin yarım saat… akşamdan beri Yatır beni, kaldır beni, yedir beni, içir beni, öp beni, yap beni… bıktım senden, bıktım…
Toparlanıp kalkıveriyor yerinden. Kötürüm yoldaşının başına gidiyor.
-Karın mıyım lan ben senin. Anan mıyım lan…
Kötürüm adamın hıçkırığı duyuluyor gecenin içinde. Uyuyan kedi rahatsız olmuş bir edayla gerinip biraz öteye kıvrılıyor. Canan eğiliyor kötürüm yoldaşının önüne.
-Ağlama be… ağlama… lafımı hesap edemedim de ondan bağırdım.
Yaşlı adam bir şeyler söylüyor. Canan kıvranıyor.
– Ağlama… vallahi sana demedim… ağlama be…
Sonra kalkıp oracıktan bir pet şişe alıyor. Karşıdaki Osmanlı Çeşmesinden su dolduruyor. Misafir ağırlayan bir kız edasıyla getirip uzatıveriyor şişeyi kötürüm dostuna.
-Ben sana kızar mıyım hiç… sen ağlama, diyor.
Sonra yaşlı adamın başını kucağına alıyor. Bir şarkıya başlıyor inceden. Sesi bir annenin sesi oluyor şarkı söylerken. Bir sevgilinin sesi oluyor. Bozuk bir taş plaktan eski bir şarkı dinler gibi kapıyorum gözlerimi.
-“Geceler, geceler… ah geceler…”
. . .
Öyküsünü Malta’daki aktar dükkanlarından birinde yaşlı bir zamparadan dinledim.
Vakti zamanında ayakkabısından şampanya içilen bir dilber imiş Canan… Canan Ezineli imiş. Canan kötü yollara gitmiş. Canan gençliğini, güzelliğini hoyrat kucaklarda bırakıp Camii avlusuna düşmüş. Kendisi gibi kimsesiz bir kötürüm bulup sahip çıkmış ona. Yurtsuzluğunu, yuvasızlığını, kimsesizliğini onun kötürüm varlığında köreltmeye çalışmış. …
Neler çekmiş erkek milletinden. Genç iken onu ince belinden sarmak için birbirine bıçak çekenler o kocayıp buruşunca kirli geçmişini hatırlatıp hakaret eder olmuşlar. Oysa onlar değil miydi dün etine, dudağına, şarkı söyleyen sesine, ince beline meftun olanlar.
. . .
Aylar sonra bir akşam vakti elinde kırık bir şemsiye, sırtında kim bilir hangi ölünün terekesinden inmiş gösterişli pembe bir ipek elbise ile bekleşirken gördüm onu. Yağmur yağıyordu inceden. Malta çarşısı tenha idi. Canan ağlıyordu. Dikkatle baktığımı görünce çukura kaçmış gözlerinin korkunç boşluğunu dikti gözlerime. Belli ki yüzümü aşina görmüştü.
– Kocam öldü biliyor musun? Yoldaşım öldü, dedi.
Sesimi çıkarmadım. Yağmur yağıyordu inceden, Canan ağlıyordu.
-Kocam öldü, dedi.
Utanmasam yanıbaşımdan geçen insanlardan, oturuverip yanına ağlıyacaktım ben de.
– Kocam öldü, dedi…
Elimi cebime sokup para çıkardım.
-Al bunu, bir çorba içersin dedim.
-İstemem, dedi. Kocam öldü, yoldaşım öldü benim.
“Ağlama!” demek geldi içimden. “Ağlama be… Gerçekten bir kocan olsaydı o da ölecekti günün birinde. Ona bir gece yarısı su verirken gördüm seni. Sen ona şarkı söylerken dinledim gizliden. Ağlama, ağlama be, gerçekten bir kocan olsaydı o da ölecekti günün birinde.”
Parayı zorla tutuşturdum eline. Yağmura karıştım. Kalabalığa karıştım…
Canan’ı o günden sonra koyduğum yerde bulamadım.
Hulusi ÜSTÜN