Önce can eriği, sonra kiraz, ardından biz yeni yetmelerin sevdaları gibi çekine çekine gelirdi yaz. Yeşil sabahlara alışır ve her gün biraz daha soyunurduk kabanlarımızdan hırkalarımızdan. Gece olunca kaçmazdık rüzgardan. Varyemez’in Kahvenin arkasından başlayıp denize inen falezler boyunca şehrin bittiği yere kadar uzanan mahalle gırnata keman sesiyle canlanırdı. Okul yolu daha bir şenlenirdi sonra. Ceplerimizde misketler şıkırdardı.
Denize önce karpuz kabuğu düşerdi sonra biz…
Yaz gelince ders kitaplarını atıp Çizgi romanlarımızı alırdık elimize. Ağabeyim amcaoğlum ve mahallenin çocuklarıyla birlikte bizim evin arkasından denizin maviliğine uzanan gündöndü tarlalarının içinden geçip yar başına gelirdik. Denize dimdik inen falezlere ‘Yahudi yarı’ derdi eskiler. Hani şekercinin gencecik oğlu ile Yahudi kızı Ester’in yetmiş yıl önce kendisini attığı uçurumun başından gülümseyerek bakardık önümüzdeki pırıltılı maviliğe.
Boşnak Bahçe’ye inen keçiyolundan tutunarak, atlayarak iner. Sonra saçları sarı bir kızın yeşil eteğinden, terli göğsünden, yumuşak ellerinden dökülürcesine bir kucak şamatayla, kahkahayla düşerdik suya. Çiçekler düşerdi bizimle birlikte maviliğe. Kimi esmer, kimi sarı, kimi Çingene, kimi Balkanlı bir sürü çiçek.
Kasabanın çocukları denizin tuzunu burada tadardı önce. İlk kulaç ve dalma denemeleri burada yapılır, suyun üzerinde yatma becerileri burada kazanılırdı. Su sığdı çünkü. Belimizi geçecek kadar ilerde bütün haşmetiyle bugün olduğu gibi dururdu ‘Ortakaya’. İki çocuğun aynı anda oturabileceği büyüklükteki bu kayanın üzerinde ne balta girmemiş ormanlar vardı, ne vahşi yamyamlar… bir grup çocuk denizlerin hakimi kara korsanlar gibi tutardı bu kayanın üstünü, diğer bir grup çocuk saldırıp fethetmeye kalkardı.
Çıplak ayaklarımızı yakan sıcak kumlara gömülürdük, henüz oğlanlardan farkını anlayamamış yaşıtımız kızlara ergen delikanlıların baktığı gibi bakmaya çalışırdık. Küçük kafalarımızı birbirine yaklaştırıp onlar hakkında konuşurduk. Sonra bir kuş uçunca başımızın üstünden, ayağımızı bir karınca ısırınca, en çok da karnımız acıkınca onları unuturduk. Kayaya doğru ilerlerdik acemi kulaçlarla, yanımızdan bir tekne geçer, daha ötesinde bir yunus atlardı denizin üstünde parlayan gün ışığının içine. Unuturduk zamanı… Güneş tül tül sönerdi akşam olurken… yağmur yağardı kimi zaman biz suyun içindeyken…
Seyfi’den korkardık sadece… Gelir bizi bulursa burada, elbiselerimizi denize atar, kumsalda beceriksiz adımlarla bizi kovalarsa, içine domates peynir koyduğumuz ekmeğimizi alıp giderse diye…
Burası Boşnak Bahçe… Binlerce yıldan beri bu kasabanın çocukları denizin tuzunu burada tattı. Aynı kayanın üstünden suya atlayıp aynı kumlara battı. Aynı karıncalar geçti ayaklarının üstünden, aynı güneşin altında yandı.
Bir sinema filminin hatırası var zihnimde. Boşnak Bahçedeki küçük kulübede yaşanan bir yasak aşkı konu eden durgun, melankolik bir film… Seksen sekiz yılının yaz tatilinde öğretmenim çağırmıştı ‘ertesi gün takım elbiseni giyip okula gel!’ diye. Çağırılan diğer çocuklarla birlikte ne olacağını bilmeden bir sınıfta toplanmıştık. Sonra sınıftan içeriye giren bir sürü insan… içlerinden biri Türkan Sultan.
Onu gören herkes gibi âşık olmuştum bende. İri kara gözleri, siyah saçları, mahcup gülümsemesiyle karşımdaydı işte. Sonra Rutkay Aziz… O olmasaydı yanında, Türkan Sultan beni fark eder miydi? Gelip yanıma jöleli saçlarımı, sivilceli yüzümü okşar mıydı ?
Bir sınıf sahnesi çektiler sonra. Önümdeki kızın kopya çekmesine odaklanmıştı kamera. Öğretmen elindeki cetveli sallayarak duruyordu kızın yanı başında. Öğretmen Rutkay Aziz… Filmin adı Ölü Bir Deniz…
Ölü değildi oysa Boşnak Bahçede deniz… Kumsala inen keçiyolunun sonunda ığıl ığıl akan pınarıyla, filmin yuva sahnesine mekanlık etmiş küçük kulübesiyle, kulübenin önündeki marul tarlasıyla, yaban inciri ağaçlarıyla canlı, capcanlı…
Burası Boşnak Bahçe… Çocukluğumun sahili… İlk gençlik yıllarımın gözden ırak kaçamak mekanı. Hani ‘Konuşmak bazan çok zor!’ demiştik ikimiz de. Konuşamamıştık… işte orası…
Sonra Özer düşüverdi birkaç yıl önce uçurumdan. Gencecik bedenini kumların üstünde bulan kişi dedi ki; ‘Kucağıma aldığımda yaşıyordu sanki… Ambülans çağırın, ambülans çağırın diye bağırdım… son bir kez kabardı göğsü, sonra ağzından kan geldi…’
. . .
GÖĞERÇİN
– Bir Pandemi Romanı –
Hulusi Üstün’ün yeni romanı Göğerçin yayımlandı. Tüm kitapçılarda!
Yaklaşık elli metre yüksekliğindeki falezlerin altında başkaldıran incir ağaçlarının arkasına saklı harap evciğin bulunduğu bahçeye neden Boşnak Bahçe derler? Bahçe sahipleri Muhacir Mahalledeki sokağa adını vermiş olan Kara Mustafa’nın torunlarıdır oysa. Kara Mustafa dedikleri Tuna boyundan gelme 93 muhaciri bir yörük… Boşnaklıkla alakası yok. Kendisiyle aynı adı taşıyan torunu Kore gazisi olduğu için Koreli Mustafa derlerdi. Sahil meydanına bakan apartmanlardan birinde otururdu. Koreli Mustafa Amca’nın oğulları Engin ile Ufuk… Engin’in pazar içinde küçük bir dükkânı vardı. Seksenli yıllarda evlenen her çiftin fotoğrafını o çeker, düğün görüntülerini o kaydederdi. Babasının hemen ardından o da terk etti dünyayı. Ufuk nerelerde kim bilir? Engin’den geriye iki evlat kaldı. Ara ara karşılaşıyoruz oğluyla. Büyüdükçe babasına benzeyen çehresiyle babasının uysal gözleriyle bakıyor yüzüme. ‘Amca!’ diyor.
. . .
Boşnak Bahçenin kumlarına yatarken uyuyakalmış olmalıyım. Uyandığımda bana ‘amca!’ der buldum başka çocukları… Yirmi beş yıl olmuş ben bu sahilden denize girmeyeli. Ortakaya’nın üzerinde başka çocuklar oynaşıyor, su kirlenmiş, Boşnak Bahçeye kıpkırmızı kan akıtan Mezbahayı kaldırıp nereye götürmüşler? Bahçeyi şehre bağlayan dar kumluk doldurulmuş. Sıra sıra çay bahçeleri, sıra sıra parklar koymuşlar.
Zafer orada… dolgu alanının en sonundaki çay bahçesi onun… Ben orada oluyorum akşamüzerleri eşimle. Çocuklarım sağa sola koşturuyor. Zafer benim oğlancıkla top oynuyor. Önder geliyor bazan. Alnındaki kırışıkların öyküsünü anlatıyor bana kaldığı yerden. Kitapları konuşuyoruz, sinema filmlerini… Ben gelince ocakçı çocuk ile sürekli değişen garsonlar söyleniyor. Yine bağıracak bize diye. ‘Çocuklar… kısın şu müziğin sesini !’ Onlar bilmiyorlar benim halimi…
Zafer’in çay bahçesinde müzik olmasa… Dinleyene hakaret eder gibi, öfkeli, çığlık çığlığa cinsiyetsiz seslerin gürültüsü… Yeni yetme sivilceli oğlanlar kafalarını sallaya sallaya dinliyorlar bu kakafoniyi. Ben gelince istemeye istemeye kısıyorlar müziğin sesini. Ben susup denizin çırpınışını dinliyorum. Kulağımda çocukluğumdan kalma sesler çınlıyor. Aynı uçurum, aynı kum, aynı su… güneşlenen çocuklar büyüyüp amca oldu hepsi bu…