Bir Uçurumun Yuttuğu Hayatlar

Boşnak Yarları

Öncesi ve sonrası var bu öykünün…

Ciltler dolusu kitap olur bu uçurumun yuttuğu hayatlar…

Üçünü bilin yeter…

Dördüncüyü ne siz duyun, ne ben bileyim…

1947 yılı… Silivri’de yaşayan birkaç yüz kişilik Musevi cemaati şehri terk edip İsrail’e gitme kararı aldığında, kasabalıların Boşnak Yarları dedikleri uçurumdan kendisini boşluğa bırakır bir kız.

Adı Ester, bir Musevi kızı…

Kasabanın eskileri, kaleden uçurumun altına inen patikada insanların sıralandığını, beyaz elbisesi kan içinde bir kızcağızın cesedini elden ele verip yukarı çıkardıklarını anlatır.

Derler ki, Ester bir Müslüman delikanlıya gönül verdiydi… Ailesiyle birlikte İsrail’e giderse göremeyecekti sevgilisini. Kader ona “ya ayrılık, ya ölüm!” deyince, o ölümü seçti.

Ester’i Yahudi mezarlığına gömdüler. On yıl kadar sonra İsrail’den gelen bir grup insan, Salvador adlı göçmen gemisinin kazazedelerinin kemikleriyle birlikte Ester’in kemiklerini de alıp İsrail’e götürdü.

Burada Ester’i hatırlayan kimse kalmadı.

. . .

1950’li yıllar. Şekercinin oğlu atıvermiş kendisini yardan aşağı dediler. Şekerci kimdi, oğlunun adı neydi? Ben bilmiyorum, ama birkaç yaşlıya sorsak dün olmuş gibi anlatıverirler olup biteni. O sevdadan attıydı kendini… ama ne şekercinin oğlunun resmi var elimizde ne de sevdalısının. Ester gibi o da unutulmuşluğun derin uçurumunun içinde kayboldu gitti.

. . .

Bu uçurum dünya kurulduğundan beri orada duruyordu.

Şehir elli metre yüksekliğindeki bu falezlerin üzerine kuruluydu.

Sabah sis bastığında şiir olurdu, yazın meltemin serinliğine açılan bir kapı…

Falezlerin altındaki küçük kumsalda çocukluğum kaldı.

Denizin tuzuyla tanıştığım diyar bu diyardı…

. . .

Bu cumartesi öğleden sonra Özel İdare Binasının köşesinde karşılaştık. Korna çaldım, başını çevirdi. Bitirim taksiciler gibi arabanın camından uzattım başımı.

-Ezerim adamı, dikkatli ol, dedim.

İki yana sallana sallana yürüyordu her zamanki gibi. Sarhoş olmadığı zamanlarda da böyle yürüdü. Başını çevirdi, gülümsedi…

-Ne tarafa abi? diye sordu.

Söylemedim. Ne tarafa isterse o tarafaydı…

-Atla, dedim.

Yanımda Ber Sezai olduğu için arka koltuğa geçti… huzursuzdu, ağlamaklıydı, nereye gideceğini bilmiyordu sanki. Hani “ağabey” der ya bana, hem “ağabey” derken gözlerinin içi güler ya, dertleşir ya beni görünce, psikologa açılan bir hasta gibi anlatır ya kendisini. Açılsın, anlatsın, rahatlasın istedim. Sordum…

– Ne tarafa?

– Stada ağabey… maçın ilk yarısı bitmiştir ama…

– Bıraksana stadı…. Bana bir yerde bir çay ısmarla.

– Ağabey, arkadaşlara söz verdim. Senle çorba içeriz bir ara.

Ağabeyi idim. Otuzunda idi henüz. Amacım on on beş dakika da olsa bir köşede öğüt vermekti. Sık sık yapıyordum bunu. Yaramazlık yaparken yakalanmış küçük bir çocuk gibi dinlerdi beni. “Oğlum nasıl yakıştırıyorsun kendine anlamıyorum ki, evsizler gibi elinde şarap şişesiyle, bira kutusuyla dolaşmayı nasıl yakıştırıyorsun kendine…” derdim. Utangaç utangaç dinlerdi beni. İçini çekerdi. Ben konuştuğumda gözleri dolardı, sesi titrerdi. Ağabeyim derdi, ağabeyim… Bırakamıyorum.

Zaman az da anlatacakları çokmuş gibi sormadan döküldü bu sefer… Kendisinden şikayet etti.

–   Bırakamadık bu zıkkımı…

–   Sağlık olsun. Bırakırsın…

Cebinden bira kutusunu çıkarıp dikiz aynasından göreceğim şekilde gösterdi. Suçlu suçlu titredi sesi.

– Arabana da soktuk bunu affet, dedi.

– Boş ver, dedim. Sen içsen de, sarhoş, ayyaş, berduş da olsan bizim adamsın. Ne olursan ol seviyoruz seni oğlum. Karaciğerin nasıl oldu.

– İyi bakım yaptı annem… roka, enginar derken iyileştim ağabey.

– Allah iyilik versin… her şey yoluna girecek merak etme. Bir evlendirebilsek seni. Elin kızı sopayla adam eder seni.

Güldü… gülünce ne güzel olurdu yüzü…

-Var bir şeyler ama, anlatmam. Annemle görüşüyorsun, o sorar, sen de söylersin.

Şakavari çıkıştım,

-Müzevir miyim ulen ben. Söyleme dersin söylemeyiz.

Annesi müvekkilimdi benim. Hali vakti yerinde, dünya görmüş hanım hanımcık bir kadıncağız. Beni her görüşünde tembih ederdi. “Aman evladım Özer’le konuş… Sadece seni dinler o. Bıraksın bu illeti…”

Konuşuyordum. Terk et bu zıkkımı, hatta gerekirse kasabayı terk et. Anneni de alıp bir başka şehirde başka bir hayat kur. Annenin onca variyeti bir ömür yeter size. Ama genç yaşta yakanı kaptırdığın bu illeti tek et.

Konuyu değiştirdi. Büroyu sordu, işleri sordu, kısa cevaplarla geçiştirdim. İlk kez böylesi şen görmüştüm onu. Konuşuyordu, gözlerinin içi gülüyordu. Ümitli olduğunu sezdim,

-Bir şeyler olacak, iyi bir şeyler olacak ama, dedi.

– İyi olur umarım dedim.

Sonra denizden, balıktan, midyeden bahsettik. Kısacık yolda ne çok sohbet ettik, ne çok halleştik. Stada vardığımızda teşekkür edip indi arabadan. Hiç adetim olmadığı halde el frenini çekip indim ben de. Uzağa gidecek bir yolcuyu uğurlar gibi uzattım elimi.

-Hadi bakalım, görüşürüz. Çok kaptırma kendini. İç ama az iç e mi?

Yine dil bilmez tavrıyla, yine lal tavrıyla baktı yüzüme. Demek istediklerini diyememenin sıkıntısı görünüyordu yüz çizgilerinde. Sarıldı bana. Sıkı sıkı sarıldı.

-Oldu ağabeyim, dedi.

-Oldu dedim.

. . .

Özer…

Yalı mahallesinde doğdu, bir evin bir evladı oldu. Okul bitti, asker ettiler onu, Şırnak’a gitti. Döndüğünde şarap şişeleriyle dertleşiyordu. Kimseyi kırmayan, kimseyle kavga etmeyen, sesini yükseltmeyen soylu bir ayyaş olmuştu. Ne çok tutmaya çalıştık biz onu ellerimizin arasından kayıp gitmesin diye.

Geçen hafta Boşnak yarlarından düşüvermiş…

Bir şarap şişesi gibi kırılmış,

Şimdi anlıyorum, cumartesi günü veda etmiş bana.

Veda etmiş, gitmiş…

Ester’le Şekercinin oğlu gibi şimdiden unutulmuş.

Bir beyit düştü gönlüme uçurumdan düşercesine,

“harabat ehline hor bakma zahid!”

Bir kızıl leke kaldı kumlar üstünde, şarap mı kan mı anlayamadım…

Hulusi ÜSTÜN

Bir Uçurumun Yuttuğu Hayatlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön