Yüzyıl süren bir savaşın sonunda önce nüfusunun yarısından fazlasını, sonra yurdunu kaybetmiş bir halkın hatıraları ile büyüdük. Biz doğduğumuzda sürgünün üzerinden yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmakla birlikte, acı hatıraları aile büyüklerinin zihninde canlı bir şekilde duruyordu. Kıyıda köşede dili Türkçe’ye dönmeyen yaşlılar oturuyordu. Büyüdükçe başkalarından farklı olduğumuz yanlarımızı görüyorduk. Bir ‘Biz’ şuuru vardı farklılıklarımızı gördükçe hatırladığımız. 90’lı yıllardan sonra anayurtta kalanlarla karşılaşınca tazelenen bir ‘Biz’ şuuru.
‘Biz’i birbirimizden ayıran sosyalist duvar yıkılınca yüzyıl önce birbirinden ayrılan bir bütüne ait iki parçanın yeniden birleşebileceğine, asırlık acıları köreltip unutturacak bir takım adımların atılabileceğine ilişkin bir takım ümitler yeşermişti içimizde.
Evet çok zaman geçmişti bayrağımız düşeli, ‘Biz’ dünyanın dört bir köşesine dağılalı… ama aradan geçen zamana rağmen duvarın bu tarafında hala dilini konuşabilen, hala ataları gibi dizginlenemeyen bir kitle vardı. Sayımıza ilişkin rakamlar milyonlarla ifade ediliyordu. Her yerdeydik heryerde… Türkiye’de, Ürdün’de, Suriye’de, İsrail’de, Amerika’da, Yugoslavya’da, Bulgaristan’da, Mısır’da, hatta Madagaskar’da… Zaman tamamen değiştirip dönüştürmeye yetmemişti. Hayat karşısındaki duruşumuz başkalarına benzemiyordu. Soframız farklıydı. Bir araya gelip dans ederken coşuyor ve zorla kopartıldığımız memleketimizi anıyorduk. En çok dans ederken ‘biz’ oluyorduk…
90’lı yıllardan sonra gördük ki duvarın öte tarafına ilişkin duyduklarımız doğru değilmiş… demek biz oradan çıktıktan sonra orada kalanların tamamı yok edilmemiş, Sibirya’ya sürülmemiş. Küçük rezervasyon alanlarında da olsa yaşayan, dilini, kültürünü koruyan bir kitle kalmış…
Bu iki kitle fiziki varlığıyla değilse de ruhuyla birleşebilirdi belki…
. . .
Aslında ümit hep vardı… Tanrı tüm mazlumlara tanıdığı telafi etme imkanını bize de tanıyacaktı. Eski çağların bu kadim halkı kendine gelebilir, ipi kopmuş tespih tanesi gibi dağılmış çocukları buluşabilirdi. Ümit hep vardı.
Yahudiler iki bin yıl sonra dönmemişler miydi anayurtlarına, Fin ulusu yok oluşun eşiğindeyken ayağa kalkmamış mıydı? Ulus olamamış nice halk güçlü devletlere rağmen adından söz ettirmiyor muydu?
Herşeyden önce sürgünün ilk yıllarından beri çeşitli cemiyetler, örgütler, dernekler kurarak yok oluşun önüne geçmeye çalışan kahramanları vardı bu halkın. İstanbul’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’nun dört yanında, Amerika’da, Avrupa’da sürgün halkın varlığını korumak için uğraşan bu yapıların içinde adı tarihe geçmemiş, gayreti yazılmamış ve yazılmayacak olan emsalsiz kahramanlar… Ben onların bir kısmını tanıdım… Her biri başlı başına film kahramanıydı. II. Dünya Savaşı’nı bir Kızılordu askeri olarak yaşamış Musa Ramazan’ı, halkının ilk şehirlisi olan Tarık Cemal’i, görmediği atayurdunu evinin avlusunu anlatırcasına rahatlıkla anlatan Osman Çelik’i, bilge beyefendi Rasih Savaş’ı, hiç görmediği yurdu için vuruşup orada toprağa düşen Abağba Bahadır’ı ve adını sayamayacağım başkalarını gördüm ve tanıdım.
Benim görmediğim niceleri vardı. Hiç kimse olmasa nefesiyle halkını ölüm uykusundan uyandırabilecek Yusuf Suad, ki o bir ömre bin beş yüz dava adamının gayretini sığdırmıştı. Tsagho Nuri, Emin Semsugh, Berkok Paşa, Met Çunatuko, Hunç Hayriye Melek, Şhaplı Zübeydet, Zevş İsmail, Fetgerey Mehmet, Halilbek Musayasul, Pşımaho Kosok, İzzet Aydemir ve daha niceleri…
Onların izleyicisi olan niceleri de hayatta…
. . .
Lise yıllarımda tuttuğum defterin bir köşesine yazmışım… ‘ Hayatınıza hakim olan hissi düşünün, ne olduğunuzu göreceksiniz’ Kimin sözü acaba? Onların hayatına hakim olan his dünyanın unuttuğu kimsesiz bir halkın kimsesi olmak kaygısıydı. Yazdılar, çizdiler, maddi ve manevi varlıklarını bu uğurda harcadılar ve öldüler. Bayrağını herkesin tanıdığı büyük milletlerin sevdalıları o milletin kalbine gömülürler. Bu büyük adamların her biri bir köşeye gömüldü. Onlara kalplerinde yer verecek bir halkları bile kalmadığı gerçeğini fark edememiş olmaları mukadderatın kendilerine sunmuş olduğu yegane teselliydi belki.
Bundan yüz yıl önce Teavün Cemiyeti kurmuş, halkının dilini yazıya geçirmek için özgün bir alfabe hazırlamış, yaklaşık altmış sayılık dergi çıkartıp dünyanın herköşesine dağıtmış, okul kurmuş, kız erkek karışık eğitim verdirmiş, okul kitapları bastırmış, yazdığı siyer ile şarkiyatçı Dozy’e cevap vermiş, atayurduna dönüp orada okullar açmış, Lenin’le görüşüp halkı için otonomi sağlamış olan Yusuf Suad’ın cesedini atayurdunda kurtlar yemişti.
Kosok Çiçek Pasajında bir odada ölmüş, mezarı yıllarca kaybolmuştu. Tsagho Nuri, Semsugh Emin adlarını hatırlayan kalmamıştı. Fetgerey yangında zehirlenmişti. Çunatuko İzzet’in mezarı bilinmiyordu.
Atayurdunu görmeden ciltler dolusu kitap yazmış olan Osman Çelik yalnızlık içinde ölmüştü. Umursamıyordu yaşadığı yalnızlığı. Yazmış ve kaydetmiş olmak dolayısıyla ümitliydi. Ölümünden yıllar sonra uğradığım bir yayınevinde tesadüfen işittim, Osman Çelik’e ait kitaplar satılmadığı için SEKA’ya verilecekti.
Halkının mazlumiyeti sebebiyle cinnet geçiren Sımha Orhan Alparslan köyünde kimsesiz geçirmişti son günlerini.
Musa Ramazan uğraşıp topladığı hatıralarını bir editöryal incelemeden geçirecek birini ararken yakalanmıştı ölüme. Tarık Cemal hastane odasına alınmayan ziyaretçilerin listesini tutuyordu. Listenin altıncı sırasında ben vardım.
Ve daha nicesi…
Herbiri heykeli dikilecek adamlardı bunların…
. . .
Bir üniversite öğrencisiydim Rus pazarında bir takım eşyalar satan soydaşları görmek üzere okulu astığımda. Soydaşların çıkardığı gazetenin en yıpranmış nüshasının bana verilmesini büfeciden istediğimde. Abhazya için mermi, Çeçenya için ilaç parası hesabı yaptığımda. Osetya için sokağa döküldüğümde, adını duymadığım köylerde yaşlıları dinleyip anlattıklarını not ettiğimde, ilk öykümü yazdığımda, ‘Davamız’ı başkalarına anlattığımda bir üniversite öğrencisi.
Bu yıllarda eğlenmek için değil, bir şeyler yapmak için toplanan insanların oluşturduğu sivil toplum kuruluşları ümidimizi canlı tutmak için uğradığımız yerlerdi.
Yurdundan sürülüp bir buçuk asır boyunca birbirinden farklı coğrafyalarda çoğunlukla mahrumiyet içinde yaşamak zorunda kalmış yenik bir halkın çocuklarıydık. Çok ümidimiz vardı, çok fedakardık ama elde çok az şey kalmıştı. Türkiye toplumunun geneline göre fazlaca eğitimli bile sayılırdık ama asıl kitleyi teşkil eden şehirliler öncelikle eriyip gitmiş, geldikleri yeri unutmuşlardı. Köylerinde bir şekilde kültürünü korumuş insanların çocukları hem yaşamak, hem aile kurmak, hem de halklarının sorunlarıyla ilgilenmek zorundaydılar. Her biri şerefli onurlu insan heykelleriydiler. Bireysel olarak başarılarıyla tebarüz ediyorlardı. Her biri iyi niyetliydi ama halklarını yok eden sam yeli onların üzerinde bir daha iflah olmalarına asla izin vermeyecek bir eser bırakmıştı. Özelde herbiri son derece kıymetli kişisel özelliklere sahip olan bu dava adamlarının hepsi kendilerinden olan hiç kimseyi dinlememek, hiç kimseyi takdir etmemek hiç kimse ile bir araya gelmemek, hiç kimsenin yanında olmamak, asla bir cemiyet hareketi oluşturamamak gibi bir hastalıkla malul idiler. Konuşunca kesip atıyorlardı, eleştirince yıkıp harap ediyorlardı. Herkes en çok kendisini seviyor, herkes en çok kendisine saygı duyuyor, herkes en önde kendisinin olmasını şart koşuyordu. Hepsi liderdi, Ömer seyfettin’in deyimiyle ‘bila istisna hepsi asil, hepsi bey…’
Tanrı bu halka onları iflah etmeyecek bir özellik vermişti. İkisi yanyana yürürken karşılarına çıkan ağacın iki yanından geçseler kalan ömürlerini aslında ikisinin birbirinden farklı olduğunu anlatmakla geçiriyorlardı. Köyünden şehre gelip halkınının sorunlarıyla ilgilenen herkes alfabeden başlıyor, kendisinden önce yapılıp edilmiş herşeyi silip hükümsüz kılıyor, kahrediyordu. Hiç kimse diğerini anlamak, dinlemek derdinde değildi. Yapabildikleri en iyi şey karşılarındakini yok saymaktı.
Bu camia için üreten herkes ürettiği oranda düşman kazanıyordu neredeyse. Susarak cezalandırıyorlardı kendileri için çalışan herkesi. Acımasızca eleştiriyor, tam kırılacağı yerden vurup incitiyorlardı. Tanrı onları yeniden tarih sahnesine döndürmek üzere bir Mesih gönderse onun da iki elini adeta şehvetle kırarlardı.
. . .
Aydın Turan bu durumdaki halkın gerçek aydınlarından biriydi. Ailesi İzmit’in Ketence Köyündendi. İlk gençlik yıllarında düşmüştü ‘Dava’nın içine. Diğer dava adamlarından ayrı olarak o sosyolojik ve siyasi doğruları ölçüp biçiyordu. Anayurda kitlesel bir dönüşün mümkün olmadığını görüyordu. O halde anayurt dışındaki bunca insanın varlığından nasıl bir menfaat sağlanabilirdi?
Düşünüyordu, yazıyor ve anlatıyordu. Halkının sorunlarının şehirli bir zümre tarafından sırtlanılıp taşınması gerektiğini dile getiriyordu. Başlanacaksa gerçekçi tespitler yaparak başlanmalıydı işe. Ortaçağa ait bir takım değerlerin var olma refleksi ile sürdürülmesine anlam veremiyordu. Sosyolojinin gerçekleriyle konuşuyordu. Kafkasya’da yaşayan ve kesinlikle birbirinden çok da farklı olmayan onlarca halkın hiç biri diğerlerinden bağımsız bir gelecek tesis edemeyecekti. Ya birlikte gelecek kurmak için el ele verecekler ya da birlikte yok olacaklardı.
O halde Türkiye’deki örgütlerle anayurttakiler fikri bir birliktelik yakalamalıydı. Çerkes ve birliktelik ! Onların sadece düğün halkasında ve ziyafet sofrasında bir araya gelebileceğini erken fark etmişti.
‘Küylüler!’ diyordu. Onursuz değillerdi, arsız, hırsız değil… Her biri şeref timsaliydi ama köylüydü bunlar. Üstelik bir Ortaçağ köylüsü… Hala sınıfsal ayrıcalıklardan bahseden, karmaşık bir sosyolojik hiyerarşi ile yaşayan, kendisini klan ve kabile aidiyetiyle tanımlayan bir yığın işe yaramaz köylü…
Çerkeslerin o meşhur ‘Kimlerdensin?’ sorusuna ‘Soysuzum ben!’ diye cevap veriyordu. Mensup olduğu aile olan Thaghane adını kullanmazdı.
Dışlanmıştı, yahut kendisi çekilmişti. Belki ikisi birden. Karşısındaki kitleyi ayağa kaldırmanın, onlarla el ele vermenin imkansızlığını görünce kabuğuna çekilmişti. Mutsuzdu. Ben nice kez yakındığına şahit oldum. ‘Bir insanın gençliğinde yaşaması gereken bir çok şeyi yaşayamadık… Davamız vardı…’ deyişine.
Davamız vardı… Kış gecelerinde samanlıklarda akordeon çalıp eğlenen gençlerin eğlenceye ara verdikten sonra yaptıkları sabahlara kadar süren zexeslerde çözülemezdi bu sorunlar. Bu dava insanlığın ortak sorunuydu. Emperyalizmdi bizi yerimizden yurdumuzdan eden. Bizi darmadağınık hale getiren… Tanrının şefkatli eli değil…
O halde modern bir kafayla, evrensel doğrularla hareket etmeliydi. En iyisini yapmalıydı. Folk Dans Erissioni gibi bir ekip oluşturularak icra edilmeliydi. Kitap yazılacaksa ‘Benim Dağıstanım’ çapında bir kitap olmalıydı.
Bir dernek başkanı ona ‘Berkok’adlı Uzunyaylalı bir çocuk kitap yazmış haberiniz var mı? deyince çileden çıktığını anlatırdı.
Bir Birleşik Kafkasya İdealistiydi Aydın Turan. İki denizin arasında yaşayan halklar birinden ayrı olamazdı. Üç bin yıl bir halkı oralı yapmaya nasıl yetmez? Asetin için İranlı, Balkar için Asyalı nasıl denirdi? Bu ideal kısa bir süre için de olsa hayata geçmiş, var olmuştu. bu kısa sürenin idealistleri, fikir ve aksiyon adamları bu topluma örnek şahsiyetler olarak sunulabilirdi.
‘Ya Tiflis, ya Paris’ diyordu. Sen Nehri kıyısında değilse Kura kıyısında olmalıydı bu davaya hizmet için.
. . .
Bu mutsuz ve aksi adama ait ne çok görüntü var kafamda… Bir şey konuşurken ceketinin cebini karıştırması, Golan ağıdını dinlerken gözlerinin dolması, camiamıza ilişkin yenilir yutulur olmayan eleştirilerini yağdırırken öfkelenişi…
Bu mutsuz ve aksi adamı seviyordum ben.
. . .
Uzun süre birbirimizden haberimiz olmadı. Sosyal paylaşım sitesinde paylaştığım bir efkarlı yazıdan sonra aradı.
-Nedir derdin?
Bir sürü bakıma muhtaç yaşlının arasında kaldığımdan yakındım ona.
-Bana mı anlatıyorsun bunları? Dedi. Ben kanserle boğuştum iki yıldır…
. . .
Sonra kitapla ilgili bir telefon.
-Bizim dava mı kitabın konusu?
-Yok… Bizi de içeren memleket davası bu.
-Güzel… Boş ver bizimkileri. Ne güzel… Silivri’de otur ve kitap yaz. Harika bir hayat bu. Senin şansın memleketin oldu. Bizimkilerden uzakta olduğun için üretebiliyorsun. Yaz sen… tebrik ederim.
‘Camiamız’ dediğimiz insan yığınından o güne dek yazıp çizdiklerim dolayısıyla bir tek tebrik telefonu almadığımı o zaman fark ettim. Tebrikler hep camia dışından insanlara aitti.
Teşekkür ettim.
. . .
15 eylül Cuma günü Altunizade’deki tuhaf mimarili Marmara Üniversitesi İlahiyat Camii avlusunda bir dava adamına kendisini tanımış olmanın gereği olan son görevimizi yapmak üzere toplandık. Duruşları birbirine benzeyen, çoğu kırklı, ellili yaşlarda yüz elli kadar insandık… Ömer Seyfettin’in Efruz Bey’inde yazdığı üzere hepimiz bila istisna asil, bila istisna bey… Kafalarımızın üzerinde doğmamış oğlak derisinden iri kalpaklar varmışçasına dimdik durup onu iyi bildiğimize şahitlik ettik.
Diyemedim o kalabalıkta. ‘Onu en iyi ben bilirdim. Sizi bildiğim gibi.’
Tabutun üzerindeki bayrağa takılı kaldı gözlerim. Elde yapılmış, yıpranmış bir bayrak bu… Dünyanın dört bir yanına dağılmış halkımın binlerce yıllık tarih içinde kısa bir zaman da olsa bir araya geldiğinin ispatı bu bayrak… Beyaz üzerine yeşil çizgili… köşesindeki mavi zemin üzerinde yedi yıldız… Kafkasya’nın ana kitlesini oluşturan yedi halkı simgeliyor her biri.
Bu büyük davanın yetimi Aydın Turan’ı cenaze arabasına koyarken yanıma yaklaşan Degune Emre elimi tutup dedi ki,
-Bizim Hulusi’yi okumuş muydun? demişti bana. Sizi ben onun yönlendirmesiyle okumuştum.
‘Biz’im Hulusi…
Sahi ‘Biz’ vardık bir zamanlar…
Ketenci köyündeki mezara seninle birlikte ‘Biz’i de koydular Aydın Turan…