Tanışalı sadece üç yıl oldu aslında. Sanki doğduğu ilk günde sarıp sarmalayıp elime verdiler, bir asra dayanmış ömrünün her gününde, her saatinde yanındaydım sanki. Onunla birlikte Reyhanlı’nın Çerkes mahallesinde doğup ana babasızlığı yaşadım, bahçelerden nar çaldım, sokak çocuklarıyla köşe kapmaca oynadım, Asi nehrinin kan gibi sıcak suyuna çivileme atladım, 1930’ların İstanbul’unda saraylı bir halanın yanına sığındım, sonra bir kayıp babanın peşine düşüp Şam’a, Beyrut’a, Hayfa’ya gittim. Üvey annenin ne demek olduğunu öğrendim. Hayfa limanını haraca kestim hapis kaçkınlarıyla, bir çuval dolusu paranın üzerine çıkıp “ Sen herkesin Rabbi olduğunu sanıyorsun ama yerin benim ayaklarımın altı” dedim. Onunla birlikte bana da Abu Leyl (1) dediler. Loş kumarhane masalarında varlığı yokluğa yokluğu varlığa tahvil etmenin riskini yaşadım. Deli gibi sevdim bir Arap kızını. Saffad cezaevinde bir buçuk ay boyunca her sabah ölmediğime ağladım. Radiye’ye tutuldum Tel Amri’de…. Sevdiğimi diyemedim, elinden tutup kaçamadım Türkiye’ye… Kuneytra yıkılırken oradaydım. Şarapneller uçuştu başımın üstünde. Tsey Recep’in cenazesini onunla birlikte omuzladım. İskenderiye’de Umm Kulsüm dinledim. “Kullina nihibbil Kamer, vel Kamer Bihibbi miyn!” dedim. (2)
Onunla birlikte İmranlı’da asker oldum. Bir ölünün başında bekledim sabaha kadar, komutanlardan ateş istedim cıgaramı yakmak için. dönüp İstanbul’a geldim. İstanbul cennet idi o zaman. Tarık Carım’la kadeh tokuşturdum, Neyzen Tevfik’le içip Leyla’nın da Mecnun’un da gelmişine geçmişine sövdüm. Safiye Ayla’nın sesinde Filistin’in erguvan akşamlarını yad ettim. O banka memuresi bir Rumelili kızla evlenirken nikahlarına ben şahit oldum herkesten önce.
İlk çocuğunu kucağına aldığında onunla birlikte ben de yaşadım baba olmanın korkusunu. Kadıköy sahilinde sabaha kadar oturup cıgara içtim. Alkolden hissedemez oldu parmacıklarım.
Çocuklarını büyütürken yanındaydım. Onların ilkokul heyecanını, gençlik delişmenliklerini izledim. Amerika’ya uğurladım onları yirmi yıl evvel. İstanbul’la New Jersey arasında gittim, geldim. Gittim, geldim. Gittim, geldim.
Gerçek yaşını kendisi de bilmeyen bu koca Çerkesle benim yolum üç yıl önce bir cemiyet toplantısında kesişti. Bastonuna dayanmış dinliyordu konuşanları. Ayrılırken telefon numarası verdi. Aradım, Caddebostan’da hatıralarla dolu bir evde karşıladı beni. Seksen yıllık hatıraları anlatmaya başladı.
O gün başladık tavlaya. Her bir hamleye bir kafiye uydurarak yendi beni. Senin için Doktor, “ne yerse yesin, ümit yok” dedi. Birkaç gün sonra öğrendik, kadim bir tanışıklığımız vardı onunla. Kayınpederimin halası ile onun halası birlikte eğitim almışlardı sarayda. 1911’de bir kadın gazetesi çıkarmışlardı.
O da dünyayı arasa bulamazdı benim gibisini. Yaşı otuz üç, zihni doksan dokuz yaşında bir adamdım ben de Kah Çerkesçe konuşuyorduk, kah Arapça şakalaşıyorduk. Benim için de en sevgili romancıydı Peyami safa. Şairim Nazım Hikmet’le Necip Fazıl. Ben de onun gibi Müzeyyen sesine aşıktım, Safiye Ayla inleyişine, Selahattin Pınar’a, Hafız Burhan’a. Eski Çerkes şarkılarını söylerken onun kaldığı yerden devam edebilecek kim vardı ki benden başka. Ata yurt özlemi ikimizin kalbinde de ümitsiz bir sevda ateşiydi. Aynı cıgarayı içiyorduk, kızınca ikimiz de “Yane ham yişk!” diyorduk. Gençliğini görüyordu bende belli ki. Bende ise maraz olmuş bir davanın yadigarıydı sanki.
Eşimin elini öpmüştü tanıştığımızda. Kızıma Arapça inci anlamında Lûlû adını takmıştı. Evimizin başköşesini tahsis etmiştik ona. Ömrümün en boş yılını onunla doldurmuştum. İstanbul’u sokak sokak dolaşıyorduk. Balat’a işkembe çorbası içmeye, Kanlıca’ya mehtap seyretmeye, Çamlıca’ya çay içmeye gidiyorduk. Yirmi yıl sonra ilk kez motora bindirmiştim Üsküdar’dan. Yirmi yıl önce kaybettiği köfteciyi aramıştık.
Gönlüne ve sigarasına ortak etti o beni. Ahir ömründe bulduğu dostuna öyle samimi, öyle delice sahip çıktı ki. Bir süre sonra hayatımda ondan başka hiç kimsenin kalmadığını gördüm dost namına.
Beni tanıdıktan sonra yeniden rüya görmeye başladı. Sırtımızda Çerkes Kostümleriyle İstanbul semalarında kuş gibi uçuyorduk. Beykoz’da bir çayıra iniyorduk. Birlikte pirinç pilavı yiyorduk. “ Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” diyordu bana.
Bir başka rüyasında öldüğünü görüyordu. Kabre koyup gidiyorlar, uzanıp Münker ile Nekir’i beklerken kefeninin üzerinde bir mektup buluyordu. “ Hulusi’den mektup gelmiş ” diye seviniyordu öldüğü halde. Açıp bakıyordu mektubu. İçinde koca bir beyaz kağıt, kağıdın üzerinde bir tek kelime. “Tsuh-ım…” Çerkesçe bilmiyorum….
Birlikte geçirdiğimiz koca bir yılın ardından babaocağına dönmek zorunda kaldım. Hasta babamın bakımıyla tek başına uğraşmak zorunda kalan annem ağır bir sitemde bulunmuştu bana. “ Şimdi lazımsın, belki bundan sonra lazım olmayacaksın.”
Bir akşam sevgilisine ayrılık kararını açıklamaya çalışan on beşlik bir delikanlı tavrıyla gitmem gerektiğini söyledim ona. “Gideceğim buradan, İstanbul sizin olsun. Ben masmavi sislerin arasında bıraktığım çocukluğuma, yosun kokulu sahil kasabama döneceğim. Varsın İstanbul’u benim kadar seven bir başka Allah kulu bulunmasın. Ben gideceğim. ”
Başını eğip küçük bir çocuk gibi ağladı karşımda. “Keşke, keşke ahir ömrümde seni hiç tanımasaydım. Oğlum, evladım, kardeşim, arkadaşım sen gidince ben ne olacağım?”
“Sen de gel!” dedim ağzımın ucuyla. Olmayacak bir teklifti bu. İkiletmedi. Sevinçle kaldırdı başını. “ Olur” dedi. “ Olur hemen başlarız eşyaları toplamaya. ”
Ertesi günden tezi yok yeğeni ve manevi kızı Zilhicce Teyze’yi harekete geçirdi. Elli yıllık evini, yuvasını, elli yılın hatırasını yadigarını sakladığı kıyı köşeyi dağıttı. Kocaman bir tır dolusu eşya ile Silivri’ye geldi. Onu şehrin havası en güzel yerinde, yar başına kurulu bir yazlık siteye yerleştirdik. Yeni bir yaşam kurmak sandığımızdan daha zor oldu. Seksen yaşından sonra yeni bir çevre, yeni insanlar, yeni hava, yeni su… Alışmak kolay olmadı.
Ne kadar karşı çıktıysam da söz dinletemedim. İlk fırsatta bir araba aldı kendisine. Aklına estikçe yola çıktı. Canı patlıcan kurusu çekince ver elini Antakya, Giresun’da bir akraba ziyareti, Aydın’da vefat eden dünürüne baş sağlığı… Fazlaca hız yaptığı için çeviren Trafik polislerine çıkışıyordu. “Bana bak torunum!” diyordu onlara. “ Benim ehliyetim sizin dedenizle yaşıt. Beni çevirmek ayıptır ayıp…”
Kısa zamanda bütün Silivri’nin sevgili dedesi olup çıktı. Balıkçıların, pastacıların, işkembecilerin ahbabı olmuştu hemen.
Bir de bu lodos olmasa… “Ben lodoslu bir havada, sabah sekiz ile on iki arasında öleceğim.” Diyor. Hala elinden sigarasını düşürmüyor, öfkelendiği zaman envai çeşit lisanla küfür ediyor.
Gördüğü rüya gerçek olmuştu işte. “ Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”, demişti ya rüyasında. Dönmemişti işte. sekseni bilmem kaç sene geçtikten sonra benimle birlikte yola çıkmıştı. Hiç söylenmeden, hiç yoruldum demeden, hiç sitem etmeden. Geriye bir resim kalsın istemişti en sonunda. “Ölmeden bir fotoğraf çektirmeliyiz. Tıpkı rüyamda olduğu gibi şavoehaseylerimizi giyip yan yana fotoğraf çektirmeliyiz.”
“Oldu!” dedim. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın madem.”
Birkaç gün sonra elbiselerimizi giyip objektif karşısına geçtik. Merakla bekledi fotoğrafların çıkmasını. Gözlerine yaklaştırıp inceledi. Fotoğrafı çevirip arkasına ikisi satır yazı düştü. “Hikmet Yediç ve Hulusi Üstün. Onlar iyi dosttu!”
Hulusi ÜSTÜN
(1) Abu Leyl : Gecenin babası
(2) Hepimiz mehtabı seviyoruz ya mehtap kimi?[/vc_column_text][vc_empty_space][/vc_column][/vc_row]