Tanımlar hatalıydı, yanlış ifade edildi her şey. Şimdi bu yanlışlıkların doğurduğu bir felaketin eşiğindeyiz. Üzerinde çok mürekkep akıtılmış bir konu olsa da benim de söyleyecek sözlerim var. çünkü ben bu topraklara aitim en çok. Ve benim bu topraklarda yaşamasını istediğim çocuklarım var. Bu yazı bu memlekette yaşayacak olan çocuklar için yazıldı daha çok.
Ah Ömer Seyfettin, şimdi var olmalı, şimdi yazmalıydın aslında. Kadrini kıymetini bir kırık Kaşağıyla ölçen milletinin sana öyle çok ihtiyacı var ki.
Türk tanımı hatalıydı, çünkü ucu Orta Aya’ya dayanan bir etnisiteyi ifade etti daha çok. Oysa Anayasal bir kimliğin ifadesi olmalıydı. Bu anayasal kimlik başkalarından üstün olmayı gerektirmese de mutlu olmayı gerektirmeliydi. Sonuç olarak bir imparatorluğun kırık dökük bakiyesiydik hepimiz. Bir ortak kimlik altında toplanamayacak kadar da farklı değildik birbirimizden. En az beş yüz yıllık bir ortak tarihin, ortak acıların, ortak sevinçlerin ve ortak mukaddeslerin varisleriydik. Parçası olduğumuz imparatorluğun dağılmasının ardından elde kalan avuç içi kadar bir coğrafyada ortak bir adla tanımlanmamız zorunluydu. Bize biz Türk demeden önce Avrupalılar bizi Türk olarak anıyordu zaten. İnsan topluluklarının isimlerini başkaları koyar. Tıpkı çocukların isimlerini başkalarının koyduğu gibi. Biz kendimize ne dersek diyelim başkaları Türk diyordu. Mısır’da Napolyon’a karşı vuruşan Memlük kalıntılarına Türk diyorlardı. Viyana önlerindeki Sırp kökenli Yeniçeri’ye, Kalavalı’ya, Cezayirli korsanlara Türk diyorlardı. Türk hiçbir zaman Avrupalı için Orta Asya’dan gelen etnisitenin adı olmadı.
Osmanlı tanımı hatalıydı çünkü Türk adı, kendi içinde Osmanlıyı ifade eden bir ad da olmadı aslında. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan onlarca kavimden birinin adıydı bu. Hatta Osmanlı’ya alternatif bir siyasi yapılanma oluşturabilecekleri düşüncesiyle ezilmiş, 1517’ye kadar siyasi sınırların dışında kalmış, XIV. Yüzyılın sonuna kadar kendisini Devleti Aliye’ye ait hissetmemiş Türkmenlerin çocukları cumhuriyetten sonra ne olduysa kendilerini evlad-ı fatihanın yerine koymuştu. Dedeleri Osmanlı’ya karşı vuruşan Bozoklu, Dulkadirli, Karamanlı’nın çocukları kendilerini Osmanlının mirasçısı olarak görmeye başlamıştı. Osmanlı’nın dağıttığı, kendisinden görmediği bir başkası olarak algıladığı Türkmenlerin çocukları en çok Yavuz, Fatih adını koyar olmuştu çocuklarına. Oysa Türkmen, Kürt’ten daha çok Osmanlı değildi aslında.
Kendisine Osmanlı diyenler, Bursa ile Belgrad’ın arasındaki Balkan coğrafyasında yaşayan Müslümanlardı. İmparatorluk dağıldı, Balkanlardaki evlad-ı Fatihan ve onların eliyle Müslüman olmuş toplulukların çocukları yeni Türkiye sınırları içinde aktı. Bu topraklarda yaşayan insanların en az beşte birini oluşturan bu kitle yeni topraklarında Osmanlı geçmişini en çok reddeden kitle oldu nedense. Orta Anadolulu Türkmen çocukları Osmanlı’nın mirasçılığına soyunurken Balkanlı evlad-ı Fatihan’ın çocukları Avrupalılığın temsilcisi oldu daha çok. Göç ve sürgünün getirdiği zorunlu bir sosyal travmaydı bu. Sürüldüler, göçtüler, mübadil oldular ve geçmişleriyle koptular.
Kürt tanımı hatalıydı. Geçmişte bir arada yaşayan ve birbirinden net çizgilerle ayrılamayan onlarca kavimden biri olmasının yanında Kürt, Osmanlı ya da Türkiye içinde hiçbir zaman Avrupalının anladığı manada bir azınlık olmamıştı. Azınlık kavramı Avrupa’ya ait bir kavramdı çünkü. Doğunun Müslim kavimlerinin hafızasında azınlık kavramının karşılığı yoktu. Çünkü ulus kavramına yabancıydı doğu. Dünyanın bu tarafında insanlar batıda olduğu gibi dil ve soy ortaklığı çatısında bir ulus oluşturamazlardı. Doğu çeşitliliğin ve birbirine geçmiş renklerin diyarıydı. Doğunun inandığı tanrı Bedii olan, çeşitliliği yaratan bir tanrı idi.
Kürt, bu coğrafyada diğer halklardan farklı bir muameleye tabi tutulmadı. Onların bugün başkaldırılarına gerekçe gösterdikleri ayrımcılık, vaktiyle imparatorluk şemsiyesi altında yaşayan tüm halkların karşı karşıya kaldığı bir espriden öte anlam taşımıyordu aslında. Laz gel git akıllıydı, Çerkes at hırsızı, Abaza beleşçi, Arnavut inat, Türkmen idrakten yoksun, Pomak pasaklı. Bu rahatsız edici yakıştırmalar fıkra konusu olmaktan öte dışlama sebebi olmadı. Hiç kimse bu topraklarda kimliğinden ötürü sistemli bir ayrıcalık görmedi. Bu topraklarda böyle bir ayrımcılık geleneği olmadığının delili bugün yaşadığımız gergin ortamda bile hiçbir bölgede doğulu vatandaşlara karşı intikam eyleminin yapılmıyor olmasıdır. Halk bunca infiale rağmen velev ki bölücü zihniyete sahip olduğundan şüphesi bulunmadığı komşusuna karşı bile düşmanca bir tavır gösteremiyor. Çünkü herkes üzerinde yaşadığımız toprakların hepimize ait olduğunu biliyor.
Kürtçenin çeşitli aksanlarıyla birlikte bu topraklarda yaşatılıyor olması Kürt kimliğine karşı baskı olmadığının bir başka delilidir. Eğer bilinçli bir asimilasyon politikası güdülse idi Kürt kimliği bu derece baskın bir şekilde varlığını sürdüremezdi. Tarih bize bunun bir çok örneğini göstermektedir. Sadece yetmiş yıllık bir idare ile Sovyetler Birliği Dağıstan’ın otuz küsur halkına, Sibirya’nın balıkçılarına, Orta Asya’nın sayısız göçebe aşiretine, Gürcüler, Ermeniler, Azeriler gibi farklı alfabeye sahip halklara edebi seviyede Rusça öğretmeye muvafık olmuştur.
Bin yıldır Türkler ve diğer halklarla birlikte yaşayan, en az beş asırdır Osmanlı idaresi altında yaşayan Kürtlerin hala iletişim dili olarak Kürtçeyi kullanıyor olması ve hala bölgede tek kelime Türkçe bilmeyenlerin yaşıyor olması onların azınlık muamelesi görmediğinin ispatıdır.
Kaldı ki Kürt kimliği, doğulu vatandaşı da kapsayan Türk kimliğine alternatif olamayacak kadar belirsizdir. Birbirinden farklı kabileler ve aşiretlerin ortak adı olabilirse de bir ulusun adı olamaz çünkü uluslaşmanın devri yüz elli yıl önce kapanmıştır. İçinde bulunduğumuz çağın şartlarında yeni bir ulus oluşturmak imkan dışıdır. Kürtler de Çerkesler gibi uluslaşma trenini çoktan kaçırmıştır. Bundan sonraki varlıkları ancak kültürel renklerini korumakla mümkündür.
Kürt kültürü hiçbir coğrafyada Türkiye’de olduğu gibi yaşatılamayacaktır. Bağımsız bir Kürt devleti bile Kürt halkına Türkiye’nin sunduğu mutluluğu sunamayacaktır. Keşke vuruşarak, savaşarak ihkak-ı hak iddiasında bulunmak yerine bu toprakların asli unsuru olmanın çabasını verselerdi. Keşke farklılıkları yerine ortaklıklarını öne çıkarsalardı. Bunca annenin gözyaşı üzerine mutlu ve müreffeh bir gelecek inşa etmenin mümkün olmadığını fark etselerdi.
Türkiye, kurucusu ve kurgulayıcısının ölümüyle birlikte geçmişiyle yüzyüze gelmiştir. Bu kaçınılmaz yüzleşmeye silah karıştırılmaya devam ederse meşhur şark masalında olduğu gibi kuyruğu kopmuş yılan ve evladı ölmüş adamın tekrar dost olması imkan dışı olacaktır. Bu iki halkın birbirine anlatacağı masalları, efsaneleri, okunacak romanları ve şiirleri söylenecek şarkıları varken birbirine silah sıkması neticede hepimizi ama hepimizi ağlatacaktır.
Son söz Kürd’ün Türk’ün ortak duası olsun. Ey Tanrım, ya Hudey ! Çocuklarımıza daha fazla savaş anıları anlatmamıza izin verme..