Dostum öldü, bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi kaldım ortada… Bugün yedinci gün… Araya giren bayram, eş dost ziyaretleri olmasa bu yedi gün çok hırpalardı beni. Bayram ziyareti ile taziye birbirine karıştı. Alışmadıysam da susup kabullendim sonunda. Doğumu bize sormayan Tanrım ölümü de nâgâh veriyor.
“ne var kendine dert edecek,
bir gün gelecek can bedenden gidecek,
zümrüt çayır üstünde sür iki gün sefa
yine bir gün gelecek can, can bedenden gidecek…”
Hayyam’a ait bir şiirin bu beceriksiz çevirisi onun hayat düsturuydu. Dert etmedi hakikaten kendisine hiçbir şeyi. Ne parçalanmış bir ailede gözlerini açmış olmak, ne ana baba sevgisine doymamış olmak, ne mahvolmuş bir halkın çocuğu olmak ne de tutunduğu her dalın elinde kalması… hiç bir şeyi umursamıyordu. Alabildiğine ayıp bir Çerkesçe küfürle yorumluyordu hayatı. Mutlu olmak için o kadar kolay sebep buluyordu ki, hayrandım ondaki yaşam tutkusuna.
Dala çiçeğe, kuşa böceğe hayranlıkla bakıyordu. Büyük bir zevkle yemek yiyor, çorbasının üzerine erimiş tereyağı döküyordu. Benim bile midemi bulandıran ahir zaman melodilerini gözlerini kapayıp başını iki yana sallayarak dinliyordu. Her tavla maçında hile yapıyor, maç seyrederken küfür ediyor, haber izlerken hayıflanıyordu.
Doksana merdiven dayamıştı, yaşını kesin olarak kendisi de bilmiyordu. İyimser bir ihtimalle elli yaş büyüktü benden fakat en iyi dostumdu. Bacakları onu yirmi adım taşımıyordu ama gönlü daldan dala uçuyordu. Muradı vardı, balığa gidecektik birlikte, tatlı bir yaz esintisi kayığımızı beşik gibi sallarken biz gözlerimizi kapatıp “ölürsem yazıktır sana kanmadan !” şarkısını söyleyecektik.
Bombay’a gidecektik birlikte. Hinduların sarıklarına gülecektik. Hayber Geçidini dolaşacaktık. Çocukluğunun geçtiği Reyhanlı’yı, Şam’ı, Hayfa’yı gezecektik. 11 Ekimde sünnet düğünü yapacaktık benim oğlancığa. Çerkes kostümü giyip son kez dans edecekti.
Babaydı, arkadaştı, dosttu, komşuydu, dert ortağımdı. Ne çok hatıra bıraktı bana, ne çok şarkı, ne çok şiir, ne çok atasözü… belki bunları bana aktarması için yazgı onu karşıma çıkarmıştı. Bildiklerini hiç gocunmadan, rahatsız olmadan alabilecek tek kişiydim ben.
Dört yıl önce karşılaşmıştık İstanbul’da. Otuz yaşındaki bir gencin eskiye dair bunca malumat sahibi olması onu şaşırtmıştı. Hayretler içinde kalıyordu hafızam karşısında. Ben de onun hafızasına, yaşam tutkusuna, hiç eksilmeyen öğrenme azmine hayrandım. Bir kez tanıştığı kişinin adını, mesleğini, memleketini bir daha unutmuyordu. Gönlü gibi zihni de bir yaşlıya ait değildi.
Dünyanın dört bir yanında farklı adlarla anmışlardı onu. Anneannesinin ‘Hakkum’u, babasının ‘Çetu’su idi. Araplar ‘Abu Mahmud’ derdi, Hayfa limanında ‘Abu Leyl’ adıyla bilinirdi. Kuneytra’da Çerkesçe ‘dağ armudunun oğlu meşe palamudu’ anlamına gelen ‘Hamişkont Abu El Perejiy’ olarak tanınırdı. Ben ise ‘sevgili ateş böceğim’ derdim ona. Ziyarete gittiğim yaz akşamları parmaklarının arasında tuttuğu sigarasından yayılan ışıktan dolayı o adı vermiştim ona. ‘Aksi ihtiyar’ derdim öfkelendiğimde, küsüp arkasını dönerdi.
Dün gelmişçesine Kafkasyalıydı. Şen bir çalıkuşu gibi cıvıl cıvıl Çerkesçe konuşurdu. Mecnun kadar çöllere aitti. Üm Gülsüm ile Abdülhalim El – Hafez’in hayranıydı. Gençliğinin en güzel yıllarını geçirmişti Filistin’de. Hayfa’da, Tel Aviv’de, Sur’da, Sayda’da ve Şam’da hatıraları vardı. iki yıl bir bedevi gibi dolaşmıştı çöllerde. Ehli keyf bir Hataylıydı. Patlıcan dolmasına, çiğ köfteye, acılı kısıra ve humusa tutkundu. Reyhanlı’da doğmuştu çünkü. Bir İstanbul beyefendisiydi aynı zamanda. Soyu sarayla akrabaydı. Türkiye’de “kadının adı var!” diyen ilk kadının yeğeniydi. Hem Rumeliliydi yaşlı dostum. Ömrünün elli yılını Rumelili eşiyle geçirmişti. Ömrünün son döneminde feleğin en büyük oyunuydu ona bu. Eşi elli yılın hatırasını unutmuş, sekiz on yaşından ötesini hatırlamayan, kocasını, çocuklarını tanımayan bir Aizheimer hastasıydı.
Tanıştık ve bir daha ayrılmadık. Yüzlerce kez tavla oynadık, yüzlerce kez helli Arap kahvesi içtik. İstanbul’u gezdik birlikte, yıllar sonra motora binip karşıya geçti, yirmi yıl önce çorba içtiği işkembeciyi sokak sokak aradık. Çamlıca’da mehtabı seyrettik, iskelede midye yedik, şarkılar söyledik birlikte, şarkılar söyledik, şarkılar söyledik.
Ben kasabama dönmek zorunda kalınca peşime takılıp yeni bir hayat kurmak üzere Silivri’ye geldi. Yeni insanlar tanıdı, yeni maceralara girdi, yeni sorunlar edindi. İki buçuk yıl benimle birlikte bu kasabada kaldıktan sonra Marmara Üniversitesi Hastanesinde gözlerini kapadı. Son gün son saat başındaydım. Eski bir dostunun oğlunu götürdüm ona. Gözleriyle memnuniyetini belli etti. Öleceğine inanmıyordum, yapacak o kadar çok işimiz vardı ki…
Ne zaman başladığını hatırlamadığı sigara yüzünden bitmişti ciğerleri. Son zamanlarda oksijen verilmesi de bir fayda sağlamaz olmuştu. yeleğinin, gömleğinin, ceketinin cebi sigara kırpıkları ile dolu idi. Vazgeçemiyordu bu illetten, ölümü göze alarak içiyordu.
29 Eylül gecesi ruhunu teslim etti meleklere. Kıtalar ötesinde yaşayan oğlu gelinceye dek beklettik cenazesini. Arefe günü cenazesini toprağa vermek üzere yola çıktık. Otobanlar, köprüler ücretsiz.
– Ah Hikmetçiğim, ah benim yaşlı dostum dedim ona. Bayılırdın avantaya bak işte sen gidiyorsun diye yollar köprüler ücretsiz bugün. Beni teselli eden o ki seni öte tarafta karşılayacak olan Ulu Allah’ım Karayolları idaresinden de Belediyeden de daha lütufkar. Sen gelince sonuna kadar açacaktır cennetin kapılarını… “ Hoş geldin Hikmet, hoş geldin ya Abu Leyl, ya Hamişkont Ebu El Perejiy, hoş geldin Hulusi’nin sevgili Ateşböceği… Lütuf ve keremimizin bir ifadesi olarak sen de sorgusuz sualsiz gir cennete.” diyecektir.
Şimdi orada… Filistin’den, Kuneytra’dan, Reyhanlı’dan, Amerika’dan, Sudan’dan ve İstanbul’dan tanıdığı her biri kendisinden önce terk-i dünya eylemiş dostlarının arasında. Sevgili babası Bekir Yediç ve Annesi Lütfiye Huvaj’la birlikte. Kim bilir belki de Reyhanlı’nın eskilerinden Mecit’le kafa kafaya vermiş tavla oynuyordur.
Son söz yerine Yahya Kemal’in dediği gibi…
“ Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…”