Tarih toplumların vicdanıdır biraz da. Doğru tesis edilmezse olur olmaz yerde azap veriyor. İşte Osmanlının en sorunlu, en karmaşık döneminde yaşanan tehcir ve bunun uzantısı olan trajedi yeniden gündemde. Doksan yıldır Türkiye’nin gündeminden inmeyen 1915 olayları dolayısıyla aydınların özrü gündemde. Toplumun bir kesimi bu özür girişimine destek verirken bir yandan da şiddetli bir karşı koyuş ortaya çıkıyor. Karşı koyanlar bizim de canımız yandı diyor haklı olarak. Evet bizim de canımız yandı, yerinden yurdundan sürülen Ermeni halkın acısı bizim de canımızı yaktı, darmadağın olan aileler, kimsesiz kalan çocuklar bizim de ıstırabımızdı. Öte yandan Revan’dan sürülen Müslim halkın acısı da içimizde. Onların bir diasporası olmadığı için içimizde közüyle birlikte kalakaldı. Bir de acı kurşunlara uğrayan Türk diplomatların yası içimizde kaldı, Karabağ ile Hocalı kaldı… Tüm bu olup bitenler net görülmeyen, olduğu gibi değerlendirilemeyen geçmişin sancılar halinde toplumun vicdanını yoklamasından başka nedir ki?
Aslında özür dileme girişimindeki iyi niyet de özre karşı koyuştaki şiddet de son derece olumlu demokratik tedavi usulleri olarak değerlendirilmelidir. Çünkü 1915’te olup bitenler bugün üzerinde yaşadığımız topraklarda gerçekleşmiştir. Eğer top yekun bir reddi miras mümkün değil ise tarihi bütün gerçekçiliğiyle ele alıp sorgulamak gerekir. Çünkü 1915’te yaşananlar bir masalın konusu değildir, olup biten her şeyin sancısı ve ağrısı insanların yüreklerinde nesilden nesile taşınan bir sancı halindedir hala.
Bundan üç yıl önce İstanbul Ermeni Konferansı ile sarsılırken bu acıdan kendi ailemin hissesine düşeni de sorgulamış ve 1915’te Erzurum merkezde Posta Müdürlüğü yapan büyük babamın babasının evlat edindiği küçük Remziye’nin acısını hatırlamıştık (bkz. Üç Remziye). Büyük dedem Mehmet Halis Bey’in o insan yağmasından kurtarıp evlat edindiği küçük Ermeni kızını tandırın başında uyurken bırakıp Erzurum’u terk etmesinin öyküsü idi bu. Erzurum kara kışa teslim iken, uzaktan Rus toplarının sesi duyulurken bırakmışlardı küçük kızı. Çorbaya onun için bir tas su koyamamışlardı. Bu acıya dair yazdığımız yazıya gelen tepkiler de iki uçtaydı daha çok. Kimisi yazıyı bir hıyanet olarak değerlendiriyordu, kimisi bir vicdan sorgulaması…
1915’in iki cephesi vardı oysa. Birisi yerinden yurdundan edilen Ermeni halkının trajedisi, diğeri bu tarihin öncesinde ve sonrasında Türk – İslam kitlenin uğradığı katliamlardı. Asıl adını bilmediğimiz ve hiç öğrenemeyecek olduğumuz küçük Ermeni kızı Remziye’nin yaşadığı acının aynısını yaşayan Türk kızları da vardı şüphesiz. Onlar da çekilip giden Ermeni komitacıların peşinde Ermenistan’a götürülmüştü. Anadolu’dan toparlanıp İstanbul’a getirilen kimsesiz Türk çocukları daha sonra Ermeni oldukları gerekçesiyle alıp götürülmüştü Fransa’ya. Birkaç insaflı kalem çocukların “ Ben Ermeni değilim,” çığlıklarına rağmen zorla söküldüğünü anlatıyordu. Türk yada Ermeni o dönemde tarifsiz acılar çeken insanlar çöken bir imparatorluğun enkazı altında kalmış zavallılardı.
. . .
Doksan yıl sonra o acıları yoklarken her şeyden önce vicdanlı olmak gerekir. Sağlıklı bir bilincin üzerine inşa edilmeyen Romantizm çoğu zaman maraz bırakmaktan başka işe yaramıyor. Hrant Dink’in Remziye’ye dair yazılan yazıyı Agos’ta yayınlama talebi bu sebeple cazip gelmemişti bana. Bir yanda Remziye vardı, diğer yanda ASALA tarafından öldürülmüş Türk Konsolosların kızları… Bir yanda Ermenilerden arındırılmış Anadolu coğrafyası vardı, diğer yanda İslam ahaliden arındırılmış Revan… Yüz yıllık bir kavgaydı bu ve kimin kime kaç yumruk savurduğunun hesabını tutmak mümkün değildi.
1915’te olup bitenler dolayısıyla Ermenilerden özür dilemek sorunun çözümünü sağlamayacaktır şüphesiz. Bu iyi niyetli girişimin karşılıklı olması gerekir en azından. Öte yandan şimdiye dek takınılan 1915’de yaşanılan acıları reddedici tutum da sorunun çözümünü sağlamamıştır. Bununla birlikte “ Özür Diliyorum” kampanyası ve ona karşı yürütülen “ Benim de Canım Yandı” tavrı meseleyi toplumun vicdanında olgunlaştıracaktır kanaatindeyim.
Çünkü Ermenistan burnumuzun ucunda bir coğrafyadır, Çünkü Ermeniler kimseye benzemediğimiz kadar kendilerine benzediğimiz komşularımızdır. Her şeye rağmen bir arada yaşadığımız Ermeni vatandaşlarımız ve dostlarımız vardır. Çünkü hala bir lale kadar güzeldir Nusretiye Camii, Tatyos hala üstattır hepimiz için. Hiç kimse var olmasa yıllar boyu seyredip ağladığımız Kenan Pars ile Nubar Terziyan vardır. Bütün bu ortaklıklar hatırına iki taraf birbirine el uzatmalıdır.