Rusya’nın Karşısında Olmak

Rusyanın karşısında olmak Hulusi Üstün

Tarihi bir kenara koyup bugünü değerlendirmek mümkün değil. Vardığınız nokta sağlıklı olmuyor, değerlendirmeleriniz sosyal disiplinlerle ne kadar uyumlu olursa olsun tarihin akış yönünden sapıyorsa bir hüküm ifade etmez.

Geçelim son on beş yılda yok edilmiş 250.000 Çeçen’i, onların yaşamı ve ölümü zaten hiç kimse için bir şey ifade etmedi. Türk tarihinin son üç asrının Ruslarla yapılan savaşın kronolojisinden ibaret olduğunu kim yalanlayabilir. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sakinlerinin %70’i Rus yayılmacılığının bir sonucu olarak yurtlarından edilmiş insanların torunu değil midir? Aşağı yukarı tamamen boşalmış Kırım’ın, yüz elli yıl önce iki milyon insanın sürüldüğü Kafkasya’nın sakinleri Anadolu coğrafyasında erimediler mi? Yunan ayaklanmasının sebebinin Ruslar olduğu düşünüldüğünde 1826 ile 1926 arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye sığınan milyonlarca insanın, Osmanlı Rus Harbi ile, Romanya, Macaristan, Bosna, Karadağ, Arnavutluk ve Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların Anadolu’ya savrulmalarının ana nedeni Rusya değil midir? Anadolu’nun yerli sakinleri bile Rus istilasından nasibini almıştır. 1878- 1918 arası Ahıska, Revan, Erzurum, Kars bölgelerinde yaşayan insanlar Anadolu içlerine göç etmemiş midir? Bu hesabın çetelesi tutulduğunda bugün Türkiye’de yaşayan insanların üç kuşak önce Rus tehdidinin önünden kaçmış göçmenlerin torunu olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla Rus tehdidi Türkiye’nin son üç asrında hiçbir zaman eksik olmamıştır derken çok da hesaplı olmaya gerek yok. Sosyalizmin bu coğrafyayı etkisi altına alamamasının bir sebebidir aslında bu tehdit. Eğer halk hafızasında Rusya’dan esen herhangi bir siyasi rüzgara karşı nefret olmasaydı Türkiye’nin bir Arnavutluk olmaması için hiçbir sebep yoktu. Bilinç altına yerleşmiş endişe sebebiyle Sovyet dönemi boyunca Rusya uzakta durması gereken, görülmemesi, işitilmemesi gereken bir dünya oldu Türkiyeliler için.

Tabii ki bahsettiğimiz soğukluk Rus halkına karşı değil, Rus siyasetine karşı idi. Halkların kardeşliği konusundaki düşüncelerimin Lenin’den samimi olduğuna yemin edebilirim. Hem Sovyetlerin yıkılmasının ardından Türkiye’de yaşayan ve çoğunluk itibarıyla dedeleri Rusların önünden kaçıp bu coğrafyaya sığınan insanlar arasında Ruslara karşı Rusofili derecesinde bir yakınlık oluştuğunun da farkındayım. Son on beş yıl içinde Ruslarla Türkler arasında vuku bulan tensel yakınlık onlara karşı bütün endişe ve korkularımızı silip süpürdü. Son on beş yılda ithal olunan binlerce Rus gelin, kucaklarında büyüttükleri çocuklarıyla birlikte tarihi korkumuzu da küçülttüler. Eski Sovyet cumhuriyetlerinin bir çoğunda Türkçe’yi Kürt aksanıyla konuşan sarışın kadınlar peyda oldu. onlar bizi sevdi mi bilmiyorum ama biz onları çok ama çok sevdik. Kurulan onca ticari ortaklık, karşılıklı alışverişler, iki ülkedeki karşılıklı sermayeler bu muhabbetin bir başka yansımasıdır.

Türkiye’de Rus siyasi aleyhtarlığının en önemli cephesi Kuzey Kafkasyalı sürgünlerdi. Daha Türkiye’ye sığınmalarının üzerinden on yıl geçmeden orduya başvurup Ruslara karşı savaşmak üzere gönüllü alayları oluşturan Çerkesler Osmanlı Rus Savaşında, Balkan Harbinde ve Birinci Dünya Savaşında çok farklı cephelerde Rus kurşunu ile öldü. Yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra da bu grup arasında Rus politikalarına karşı durmayı bir var oluş sebebi olarak gören örgütlenmeler ortaya çıktı. Kafkasyalıların Avrupa ve Türkiye’de kurdukları örgütlerin özellikle II. Dünya Savaşını izleyen yıllardaki söylemleri Rus karşıtlığından ibaretti.

Sovyetler Birliğinin yıkılmasından bugüne yaşanan gelişmeler o kadar köklü ve o kadar keskin idi ki, işi gücü salt bu gelişmeleri izlemek olan bizler bile olup biteni tam anlamıyla idrakten aciz kaldık. Başlangıçta dedelerimizi sürüp bizleri yok eden Rusya’nın çocuklarının düştüğü aciz durum şaşkınlık uyandırdı, ardından Kuzey Kafkasya’daki savaşa dikkat kesildik. O güne dek dünyanın süper gücü olarak bilip tanıdığımız Rus ordusunun kuş avlamamış Çeçen delikanlılar tarafından bozguna uğratılışına şahit olduk. Savaşın ilk döneminde tüm ülkeyi saran Çeçen sempatisi ikinci savaşta soğudu ve nihayet aşağı yukarı nefrete dönüştü. Çeçenler lehine yazıp çizen herkesin kıble değiştirmesi, siyasetçilerin, siyasi partilerin Çeçenlere arkasını dönüşünü artık alışkın nazarlarla izlemeye başladık.

Makedonları İskender’le Keşmir’e kadar götüren, çöl bedevilerini Abdullah’ın oğlu ile dünyanın dört bir yanının hakimi kılan, Kolomb’la İspanyollara cennetin anahtarını veren, Atatürk’le imparatorluk enkazının altında kalmış öksüz çocuklara yeni bir devlet bahşeden Tanrı, Putin adlı bir diktatörle Rus halkını ayağa kaldırdı. Tarih Putin vakasıyla bir kez daha gösterdi ki hukukta meşruluğun tek ölçüsü güçtür. Güçlü olan her şeyi yapma hakkına sahiptir, güçlü olan hiç kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bu gerçeğin, bu hukuk kuralının somut bir şekilde anlaşılmasını sağladığı için tarih Putin’e minnettardır.

Bugünlerde işte bu gücün karşısında üç asırlık bir nefretin minnettarlığa dönüşmesine şahit oluyoruz. Tarihin ne garip bir cilvesidir ki Türkiye’de yaşayan ve sayılarının yedi milyon olduğunu ileri süren Kuzey Kafkasyalılar o güne dek kendilerini korumalarının, var olmalarının, örgütlenmelerinin en önemli sebeplerinden biri olan Rus yayılmacılığı karşıtlığını bırakıp büyük güce şükranlarını sunuyorlar.

Dünya çapında güç olmanın, imparatorluk mirasçısı olmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya gösteren bu soğuk bakışlı adam daha dün çocuk harçlığıyla namusu payimal edilen halkını yeniden eski kudretine kavuşturmuştur. Bu başarıya şapka çıkarmamak elde değil. Sosyalist dönemin ardından ülkesinin korkulu rüyası olan Çeçenleri Kremlinin sadık korumaları haline getiren, döktüğü onca kanın hesabını vermeye yanaşmayan, aleyhine yazı yazan gazetecileri yazarları yok eden, Moskova tiyatrosunda rehin tutulan insanları zehirleyen, Beslan’da çocukları yok eden  bu büyük diktatör asıl başarısını Tiflis’e kadar tank götürmekle değil, ülkesinin dışında kendisine karşı hüsnüniyet beslemeyen bir kitleyi muhibbi haline getirmekle göstermiştir.

Ufak bir lütuf karşılığında kazanmıştır hem de bunu. “ Ben ne kadar istersem o kadar özgürsünüz! “diyerek bunca örgütü yanına çekmiş ve onlara tarihi davalarını unutturmuştur.

Oysa Türkiye’de Rus yayılmacılığına karşı bir grubun olması ve Rus politikası aleyhtarlığının bu ülkede var olması politik bir zorunluluktur. Tarihin dayattığı bir zarurettir bu durum. Tarih bu güçlü komşunun mutlak bir safdillikle değerlendirilmemesi gerektiğini ezberletmiştir bizlere. İyi komşuluk ilişkileri kurmak elzem olmakla birlikte komşuya karşı temkinli olmak gerekmektedir. Temkinsizce yaklaşıldığı takdirde bu komşunun ne derece korkunç olabileceğini yüzlerce kez gördük.

Bu temkinin bir sonucu olarak Karadeniz’de Rusya ne kadar az etkili olursa tehlike Türkiye’den o derece uzak olacaktır. Kafkasya’da Rusya ne kadar az etkili olursa tehlike Türkiye’den o derece uzak olacaktır.

Bu politik duruş bir başka sorumsuz dünya gücüne, Atlantik ötesindeki bir başka kontrolsüz şizofrene yaklaşma zorunluluğunu beraberinde getirmemeli. Çünkü tıpkı Rusya gibi Türkiye’de bir imparatorluk mirasçısıdır. Bölgede taşlar yerinden oynarken okyanus ötesine danışıldığı gibi Türkiye’ye de danışılmalıdır.

Gürcistan’daki son gelişmeler Türkiye’nin bu hedeften ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Biz içerde bir başçavuş örgütlenmesini ortaya çıkarma derdiyle uğraşırken Rusya bölgede hiç olmadığı kadar güçlü bir duruma geldi. Oysa Türkiye’nin cebinde hala Kafkas pokerinde kullanabileceği kartlar bulunuyor.

Rusya’nın Karşısında Olmak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön