KASIMPAŞALI KEMAL AMCA

Dağın taşın dili olsa da bundan tam yüz yıl önce Van’da olup bitenleri anlatsa.
Yahut iyi ki dağın taşın dili yok, bundan yüz yıl önce Van’da olup bitenleri anlatamıyor.
O kahredici senenin şahitlerini görmedim ama o yıl orada olanlara şahitlik etmiş insanların çocuklarını tanıdım.
Birine Haminne derdik, ismini bilmezdik.

Ben tanıdığımda aksakallı zarif bir ihtiyar olan Hafız Ethem Efendi’nin kayınvalidesiydi.
Küçücek, güzel çehreli, güler yüzlü bir ninecik.
Benim haminnemle yarenlik ederlerdi.
Derlerdi ki

‘Yüzbaşı Mirhekimoğlu Şükrü Bey derlermiş Haminne’nin babasına. Van dağında yedi neferiyle şehit edilmiş.’

. . .

öyküler birbiriyle birleşiyor bir yerde. Bazen yüz yıl sonra, bazen hemen…
Şükrü Bey Van Dağı’nda yüzbaşı iken ordu kumandanlığı yapan yaşlı Miralay ise İşkodralı bir Arnavuttu.
Ali Sami Yen’in öz be öz amca çocuğu…
Yani Kamus Sahibi, Taaşşuk-u Talat ü Fitnat’ın yazarı Şemsettin Sami’nin yeğeni.
Miralay Ali Haydar Efendi 1915’te Van’ı yangın yerine çeviren Rus destekli Ermeni isyanını bastırmak için Van’a gönderildiğinde yaşı oldukça ileriydi.

Ne kan döküldü, ne acılar çekildi.
Kimin kimi vurduğu belli değil.
Cinnet kol geziyor Van Dağı’nda, Van Denizi’nde…
Şehrin Müslim Mahallesi hemen hemen tamamen ortadan kalkmıştı.
Yaşlı Miralay’ın Balkanlar’da gördüğü türden bir savaş değildi bu.
Rus vardı arkasında. Demirden, ateşten bir ordunun önünden Ermenilere yol açtıran Rus…

. . .

Ermenilerce yakılıp yıkılan Erciş köylerinden birinde kuyunun içinden çıkartılmış yüzü gözü isli bir Kürt kızının hikayesini dinlediğinde koca Arnavut ağlamıştı.

-Kimse kalmadı demişti Kürt kızı. Hiç kimse… Kuyunun içinde üstüme ölüleri çekip iki gündür saklanıyorum. Hiç kimsem kalmadı hiç kimsem…

Van’ın da hiç kimsesi kalmamıştı o günlerde.
Şehir çevresinde toplanmış iki yüz elli bin Ermeni, iki ayağı üstünde duran her Müslüman’ı kesmeye ahdetmişti.
Dedesi Kafkasya’yı mezarlığa çevirmiş bir Rus Generali olan Vrontsof ikna etmişti onları.
Savaş ve sürgün olmadan zafer görünmeyecekti.

. . .

1915’in Mart’ı ile Ağustos arasında her on kişiden altısının öldüğü bir kabristana dönmüş olan Van’dan ayrılırken, yaşlı Miralay’ın yanında kuyudan kurtardığı kimsesiz Kürt kızı Aliye de vardı.
Bıraksa nereye bırakabilir?
Emanet edecek olsa öksüz yetim bir değil, bin değil, on bin, yirmi bin…
Yangın yerine dönmüş, talan edilmiş, viran bir mezarlığa benzeyen bu memlekette bir başına neylerdi bu kız?
Erciş’te onu nikahına aldı. İstanbul’a getirdi.

On yıl kadar sonra Miralay Ali Haydar Efendi Rami kışlasında ölmek üzereyken yanıbaşında ağlayan emir eri Mehmet’e dedi ki,

-Mehmet, evlad ü ıyalim, Aliye ile üç evladım sana emanettir.

Mehmet dediğin, Van’ın Buzhane Mahallesi sakinlerinden
Selçuklu kalıntısı Eraslanlar denilen bir aileden
ana babası katledilmiş, soyu sopu sürgün olmuş kimsesiz bir Mehmetçik.
Okuma yazma yok, aile yok, akraba yok…
Kolları arasında ölen komutanını baba bilmiş, özü sözü bir bir genç adam.
Miralay’ın emanetini alıp Kasımpaşa’da bir evceğize sığınıveriyor.
Başlangıçta komutanının yerine koyuyor Aliye’yi.
Genç kadının bir dediğini iki etmiyor ama nereye kadar.

. . .

O vakitler işleyen Haliç tersanesinde çalışıyor, limanda kum taşıyan hamalların arasında Vanlı hemşehrilerini buluyor.
Derken aklına bir çayocağı açmak geliyor.
Lakin para nerde?
Komutanının hanımı koynundan birkaç altın çıkartıp uzatıyor ona.

‘Al Mehmet! Bir tezgahın olsun, çalış kazan. Belki bir yer bulursun bize de!’

Vanlı Mehmet o parayla kahvehane açtı, ilk günden komutanının emaneti üç çocukla bir kadına yetecek kadar ekmek ile ekmeğe katık olacak çorbanın parasını çıkardı.
Çok geçmedi arası…
Bu iş böyle olmayacak.
Bir dul kadın, kimsesiz bir genç adam… evlendiler.

Cumhuriyetin beşinci senesinde Kasımpaşa’daki mütevazı evde Orhan dünyaya geldi.
Dört çocuklu bir aile olmuşlardı.
Mehmet çalışıyordu, Aliye, dört çocukla ocak arası koşturuyordu.
Derken birkaç yıl sonra yine hamile kaldı.

Onca yokluğun içine bir can daha katılacak, bunca yasın, bunca hatıranın içinde bir çocuk daha büyüyecek.
Aliye karar verdi, bu çocuğu düşürecek…
Kararını verdiği günün gecesinde oturdukları sokağa adını veren Tahta Kadı Mehmet Efendi’yi rüyasında gördü.
Fatih Sultan Mehmet’in taht kadısı ak sakallı ulu kişi, Aliye’nin önüne bir koyun kuyruğu attı

‘Ya bunu ye, ya bu çocuğu doğur!’ dedi.

Aliye kan ter içinde uyanıp istiğfarlar etti.
Sabah evin yakınındaki Tahta Kadı’ya gidip dua etti, Hak’tan af diledi.
Ne olursa olsun rahmindekini dünyaya getirecekti.

. . .

1931 senesinin üzüm mevsiminde bir oğul geldi dünyaya.
Kadıncağız bu beşinci evladını kucağına aldı.
O zaman Türkiye’nin Atatürk’ü vardı.
Yangın yerine dönmüş imparatorluktan bir ulus çıkarmıştı.
Sulh olmuştu, kan durmuştu.
Onun adını verdi oğluna.
Sulh ehli olsun, kamillere karışsın, güzel günler görsün duasıyla…

. . .

‘Vanlı Mehmet’in küçük oğlu’ diyorlardı ona.
Küçücük boylu, kıpır kıpır bir oğlan…
sekiz yaşındaydı Atatürk’ün cenaze kortejini izlerken…
Kocaragıp Caddesindeki eski okuldan mezun oldu.

İkinci Dünya Savaşı’nda Türk tekneleri Alman ordusuna tuzlanmış uskumru taşırken yeni yetme bir delikanlıydı.

Laleli Camii’nin minaresine ezan okumak için çıktığında on beşinde…
Derken Taşkasap’a taşındılar. Aksaray bostan yeri, Vatan Caddesi batak…
kararmış ahşap evleriyle İstanbul tozlu yol, yoksul sokak…
o günleri gördü Kemal…

Sinemada izlediği dünya bambaşkaydı oysa.
Amerika vardı. Gitse… Kristof Kolomb gibi oraları keşfetse…
kazansa, dönse…

. . .

Çatladıkapılı arkadaşı Kenan’la karar verdi bir şekilde Amerika’ya gitmeye.
Haydarpaşa’dan İskenderun’a kadar bir trenden atlayıp diğer trene kaçak binerek İskenderun’a kadar geldiler.
Suriye’ye geçecekler. Sonra İskenderiye… Sonra ver elini Amerika…
Sınırı geçemediler tabii.. Geri döndüler…
Çatladıkapılı Kenan nerde kaldı acep.
Sağ mı ölü mü? Bulsak da ikisini söyleştirsek.
Tren yolu kenarında peynir ekmek, olmamış meyve ile karın doyurdukları o günleri bir de ondan dinlesek…
O da olur mu acep.

. . .

O seyahat olmamıştı ama Kemal askerliğini gemici olarak yaptı.
Aliye hanım denizden ne çok korkardı.
‘Aman Kemal… Adamın ayağı toprağa basmadan olmaz. Gözünü seveyim işin karada olsun.’

Onun gönlü ise denizlerdeydi.
Terhis olduktan sonra ‘Gemlik’ Adlı gemide kumanya yardımcısı olarak işe başladı.
Derken, bir gazete haberiyle çocukluğundan beri hayalini kurduğu yolculuğun mümkün olabileceği ümidi düştü yeniden yüreğine.

. . .

Tarsus Gemisi 14 Haziran 1954’te Amerika’daki bir sergi için yola çıkacaktı.
Kaptan Necdet Or idaresindeki gemi, 63 gün sürecek bu yolculukta önce Akdeniz limanlarına uğrayıp ardından Atlantik’e açılacaktı. Kanarya Adaları ve Karaibler…
Sonra Florida, Miami ve New York…
yolculuk için deneyimli mürettebat aranıyordu.
Kemal hemen o gün başvuru yapmak üzere koştu.
Kısa boylu, temiz yüzlü atletik bir İstanbul çocuğu gemi için biçilmiş kaftandı.
İkiletmediler.
Kemal o gün uçtu, uçtu…

. . .

14 Haziran 1954 sabahı Haydarpaşa limanından yola çıkan Tarsus gemisine Ercişli Aliye Hanım gözyaşları arasında el sallıyordu.
Kemal’in gözü hiçbir şey görmüyordu. Gönlü kıpır kıpır olarak bakıyordu uzakta kalan memleketine.
Camii siluetlerine, yaşlı, yorgun ve ihtişamlı İstanbul’a…
Tarsus üç kıta, altı memleket, dokuz limana uğrayacağı altmış üç günlük yolculuğuna başlamıştı.
Geminin içi panayır yeriydi, şenlikliydi.

Sivas Kongresinde Mustafa Kemal’e Manda ve himayeye karşı olduklarına dair deklerasyon niteliğinde bir mektup okuyan tıbbiyeli Çerkes Hikmet’in oğlu Orhan Boran geminin eğlence programını hazırlamıştı.
Programda kimler yoktu ki. Caz Sanatçısı Sevinç Tez, angelo orkestrası, Darvaş…
rüya gibi bir yolculuktu.

Birkaç Akdeniz limanına uğradıktan sonra Kazablanka ve Cebel-i Tarık boğazına geldiler.
Kemal şaşkınlık içinde seyretti boğazın Afrika kıyısında tıpkı bir maymun başına benzeyen kayalığı…
derken Atlantik’e açıldılar.
Las Palmas Adası Kemal’i büyülemişti.

Sinema perdesinde siyah beyaz izlediği tropikal dünyayı, ağaçları, denizin tuzkuaz mavisini, rengarenk insanları hayranlıkla, şaşkınlıla, coşkuyla izliyordu…
Uzun ve duraksız bir yolculuktan sonra henüz Kastro’nun devrim hareketini başlatmadığı Küba’nın başkenti Havana limanına ulaştılar.

Buradan ver elini Florida’nın Miami’si…
Beş gün kaldıkları Miami Limanında Tarsus mürettebatından iki gemici kıyıya inmiş ve gemiye dönmemişti.
Charleston, Baltimore derken nihayet 16 ağustos 1954’te gemi New York limanına ulaştı.
Yolculuk planlanan sürede tamamlanmıştı.
Kemal 63 gün süren bir rüyanın içinde sarhoştu.

. . .

Bu yolculuk ona Amerika’da yaşamanın mümkün olduğunu öğretmişti.
Seyahatten dönüşte bütün planlarını Amerika’ya gitmek üzere kurdu.
Bir ana babanın rızalığı değil miydi alacağı. Zor olmadı.
Döner dönmez ilk fırsatta Kanada’ya gitti.
Bu sefer bir otomobil fabrikasında çalışıyordu.
Günün birinde işçilerin başındaki görevli onu yanına çağırıp kahve molası olan on dakika içinde nereye kaybolduğunu sordu.

-Ben Müslüman’ım. O on dakika içinde dinimin gereği olan ibadeti yapmak için elimi ayağımı yıkıyor ve Tanrının huzuruna çıkıyorum, diye cevap verdi.

Boyu neredeyse Kemal’in iki katı olan Amerikalı bu küçücük inanmış adamın karşısında kendisini hiç olmadığı kadar ufak hissetti.

. . .

Hayallerini gerçekleştirmişti.
On yıldan fazla bir süre Kanada ve Amerika’da çalıştıktan sonra kırk yaşına gelmeden evlenmek üzere memleketine döndü.
İstanbul’dan tanıdığı bir arkadaşı eşinin akrabalarından Silivrili bir kızla tanıştırdı onu.
Alipaşa gacallarından, Mandacı ailesinden Emine Hanımla.
1969’da evlendiği Emine Hanım’ı alıp tekrar Amerika’ya döndü.
Bilal, Aliye ve İbrahim adlı üç çocuğun babası oldu.
On yıl sonra emekli olup yirmi beş yıl süren gurbet hayatına son verip memleketine döndü. Yaşamak için eşinin memleketini seçti.

Hayatı boyunca vazgeçemediği iki sevdası olan deniz ile sahildeki cami arasında bir ev aldı kendisine.
O artık Silivrili bir kuyumcu esnafıydı.

. . .

Ben onu esnaflık yaptığı zamanlarda tanıdım.
Aşağı yukarı yaşıtım oğulları vardı.
Hızlı adımlarla dükkanından çıkıp Piri Paşa’ya giderken görürdüm onu.
İlk gençlik çağlarımın doyumsuz günlerine mekanlık eden Piri Paşa’nın avlusundaki çınar altında sohbet ediyorduk.
Yaşıtı bir yetişkinle konuşur gibi konuşuyordu bizimle.

‘Anladın mı?’ demişti bir seferinde. Sonra utanıp özür dilemişti.

‘Afedersiniz, anlatabildim mi? demeliydim.’

. . .

Dünyayı dolaşsak yeniden Tarsus gemisiyle.
Bu kez inip liman liman soruştursak…
rastlar mıyız acep ‘Anlıyor musun?’ demiş olmayı kabalık sayan başka birine.

. . .

O anlatmasaydı biz nereden bilirdik Piri Paşa’yı oğlunun zehirlemediğini.
Onun rüyasına girip ‘taşımdaki o iftirayı silin,’ demeseydi biz nereden bilebilirdik Paşa’ya beş asır önce iftira atıldığını.
ötesi sır…
anlatsam inanmazsınız.
bazen ben de inanamıyorum onunla birlikte şahit olduğumuz işlere.
daha geniş bir yazıda belki…
Kemal Amca’nın izniyle.

. . .

‘Amcamız’ deriz ona ama aslında o bizim hepimizin manevi babasıdır.
Bir araya gelince eş dost onu sorar.
‘Gördünüz mü Kemal Amca’yı nasıldır ne haldedir?’ diye.
Bir ben değil, bütün eş dost… ‘Bitse şu restorasyon da onula yanyana huzura dursak Piri Paşa’da’ diye.

. . .

O yazar…
Hayatını, hayatın ona öğrettiklerini yazar yıllardır.
Kocaman kağıtlara el yazısı ile.
Yüzlerce sayfayı bulan hatıratını yazmak üzere yaz sabahları erken saatlerde sahildeki çay bahçesinde bir kuytuya oturmuş görürdüm onu.

‘Hayırlı sabahlar Kemal Amca!’

sesimden tanır. kağıda yapıştırdığı yüzünü kaldırıp gülümser.

. . .

Derken önce bütün denizciler gibi dizleri onu taşımaz oldu.
Derken gözlerine perde indi.
Şimdi yüzünü yüzüne yaklaştırmayınca tanıyamıyor sevdiklerini.
Yüz akı evlatları oldu. yüz akı dostları…
sevdalı olduğu Piri Paşa’nın bahçesine kurulu ahşap mescitte yine her akşam.
Eve döndüğünde kırk beş yıldır aynı şekilde karşılıyor onu hanımı.

‘Efendi hoş geldin!’

. . .

Bu sabah beni aradı.
-Lütfen, dedi. İşinin olmadığı bir saat beni Mezarlık Müdürlüğüne götürür müsün?

-Neden? Dedim.

-Vakit yaklaşıyor evladım. Emr-i hak vaki olmadan yerimizi ayarlayalım.

Gidip aldım evinden.
Birlikte şehir dışındaki mezarlığın yanındaki müdürlük binasına gittik.
Koluna girip yukarı çıkardım.
Görevlilerle görüştü. Sonra alıp evine bıraktım onu.

-Evladım, dedi. Evladım… Allah bizi ahirette ayırmasın.

KASIMPAŞALI KEMAL AMCA

KASIMPAŞALI KEMAL AMCA” için bir görüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön