İki Mezartaşının Öyküsü

İlkinin adı Hristos’tu…

Muhtemelen bundan yüz yıl kadar önce ölmüştü.

İlginç bir öyküsü vardır tanışıklığımızın. İlginç, tesadüf dolu bir öykü… Anlatmasam olmaz.

. . .

Benim hatırladığım yıllarda Çantaköy heyelan sebebiyle iki kilometre güneydeki yeni yerine taşınmıştı. Boşaltılmış olan eski köy ise zamanın donup kaldığı bir eski zaman gravürünü andırıyordu. Geçmişteki görkemli devirlerin izleri olduğu gibi duruyordu o zamanlar. Ahşap konakları, Leyla Çeşmesi, Ayrılık pınarı, kilisesi, şaraphanesi, taş döşeli yolları ile özenli bir film seti görünümündeki bu köyün yüz yıl önceki halini tahmin etmek zor değildi. Tıpkı Cumalıkızık, Safranbolu, Beypazarı, Odunpazarı gibi kendine özgü kimliğiyle her sokağı, her evi nakış nakış işlenmiş bir masal diyarı idi aslında.

Sultanahmet’teki Soğukçeşme sokağı ile yarışacak güzellikteki bu köyden geriye hiçbir şey yok artık. Korkunç bir vandallığa terk edilen köyde birkaç duvar, birkaç çoban kulübesi ve incir ağaçları kaldı. Konaklar kaldırılıp bir başka yere götürüldü sanki, taş döşeli yolların üstüne toprak serildi, çeşmelerin suyu kesildi. Kartaca nasıl yok edildiyse öyle yok edildi Çanta.

Sekiz yıl önce bu yıkıntıların arasında yaşayan Anadolulu bir çoban ailesinin dramını duymuştuk. Kaza geçirip felç kalmış bir adamcağız ile kendisini eşine adamış bir kadının öyküsünü öğrenmek için birkaç arkadaşla birlikte kalkıp yıllar sonra Eski Çantaköy’e gittik.

İçeri buyur edildiğimiz yıkık evin kapı eşiğinde ayağımı bastığım kırık mermer parçasında okudum adını.

Süslü, ince bir yazı ile Grekçe ‘Hristos’ yazıyordu.

Ziyaretine geldiğimiz çoban ailesinin yerine o ‘hoş geldin!’ diyordu bana sanki. ‘Hoş geldin ! Neredeydin bunca zamandır vre!

Hristos adlı bir Rum’un mezartaşından kırılmış bir parçaydı besbelli bu. Kim kırmış, mezarlıktan bu kadar uzağa kim getirmiş, niye bir eşik taşı olmuş?

-Eh be Hristos! dedim kendi kendime… Kim bilir ne halt ettiydin yaşarken, bak öldükten bunca zaman sonra adın ayak altı olmuş.

İçeri girip ailenin öyküsünü dinledik ama aklım ‘Hristos’da kalmıştı. Oturduğum sandalyeden görünen manzaraya bakıp onu düşünüyordum. Kara gözlü, şişman, kırmızı yanaklı bir ayyaştı belki. Yakaları işlemeli beyaz bir gömlek giyiyor olmalıydı. Öldükten sonra kendisi için böylesi güzel bir kitabe yazılmış olduğuna göre hatırı sayılır biri olmalıydı. Papaz mıydı, sanatkar mıydı, öğretmen miydi? Köyün neresinde hangi evde oturuyordu? Çocukken buralarda atmış olmalıydı ilk adımını. Benim durduğum bu yamaçtan kim bilir kaç kez seyretmişti karşıdaki Çeltik çiftliğini, denizi, köyü eteklerine sarmalayan Paliopalatis dağını.

Ne günah işlemiş olabilirdi ki adını ayakaltı edecek. Çok çok değirmencinin kızını öpmüştür tenhalık yerde. Bundan yüz sene önce yaşamış bir köylünün ortaparmağından başka günahkâr bir yeri olması ihtimali ne kadardı ki? İçkiyi çok kaçırdığında Türklere ‘puttana’lı küfürler etmiştir bir de.  Ama o da çok bir şey sayılmaz, yurttaşımız, vatandaşımız, hemşehrimiz değil miydi en sonunda.

Konuk olduğumuz evden çıkarken ‘Hristos’un taşını almak için ev sahibi kadından izin istedim.

-Kırık olmayan taşlar da var, istersen onlardan vereyim dedi.

-Yok dedim. Ben bunu alacağım.

Getirip Silivri belediyesinin bahçesinde ayakaltı olmayan bir köşeye koydum onu. Gerçi köyünden, memleketinden ayırmıştım ama en azından iyi bir yer edinmişti kendisine. İçim rahattı. Çok değil birkaç hafta sonra bir duruşmaya yetişmek için koşarken rastlaştık tekrar. Az kaldı yine üzerine basacaktım. Bahçe çimlerinin arasında bir atlama taşı görevi yapıyordu bu sefer. Bana dönük ismini bir daha okudum ve,

-Yapacak bir şey yok Hristos dedim. Belli ki zannımdan daha günahkârsın.

Olduğu yerde bıraktım onu.

. . .

‘Bayram oğlu Mehmet’

Bundan iki yüz yıl önce ölmüştü.

Bu Pazar Silivri kale park sosyal tesisinin giriş kapısı yanında rastlaştık.

İlginç bir öyküsü oldu tanışıklığımızın.

Kendisini bir aslan olmadığı konusunda ikna edemediğim oğulcuğumla kahvaltıdan sonra dışarı çıktık. Nereye gitmek istediğini sordum ona.

-Kaleparka, dedi.

Küçük aslancığın babası gibi keyif ehli olduğunu görmek beni nasıl da memnun ediyor. Nerde tımtımcık orda Fatmacık… nerdeyse tavla oynayacak benimle. Evet bu tatlı havada gidilebilecek en güzel yer kale park. Sessiz, sakin, ferah…

İstanbul’da emsali bulunmayan bir konuma sahip olmasına rağmen bir türlü gözde mekân olamamış bir yer burası. Çocukluğumdan beri kaç el değiştirdiğini gördüm, hiç kimse bu harika mekânı gerektiği gibi değerlendiremedi. Asıl sahiplerince terk edilmiş diyarların tesellisiz öksüzlüğü vardır ya, öyle bir hali var buraların. Rumlar çıktıktan sonra hep böyle metruk kalmış. Kilisesi yıkılmış, havrası yanmış, manzaraya uyumsuz ağaçlar dikilmiş. Yeni gelenler de yar başındaki bu boş alanı ne yapacağını kestirememişler. Kâh çay bahçesi, kah kır düğünlerinin yapıldığı bir yer, kah akşamcıların mekanı… Şimdilerde belediye sosyal tesisi açılmış. On metre ileriye çay isteyince insanın yüzüne küskün küskün bakan uykulu çaycılar dolaşıyor ortalıkta. Çoğunlukla kale mahallesi sakinlerince şenlendiriliyor. Yabancılar tarafından henüz keşfedilmemiş. İnsanlar daha çok uzun sahil kordonunda yer alan çay bahçelerini tercih ediyorlar.

Parkta bir süre vakit geçirdikten sonra oğulcuğu serbest bıraktım. Kelebeklerin ardında koşturuşunu, her bir çiçeği böceği hayretle inceleyişini izledim oğlumun. Falezlerin üzerinden denize baktık, balıklardan söz ettim ona. Korsanlardan, kayalardan, yosunlardan…

Dönüş için aracımızı park ettiğimiz kapı girişinin sağında, gelin odası olarak kullanılan derme çatma ahşap yapının önünde, oğulcuğumun atlayıp zıpladığı taşlardan birinin üzerinde okudum adını. Zamanın aşındırdığı, fakat bütünüyle silemediği bir Osmanlıca kitabeydi bu.

‘merhum ve mağfur Bayram oğlu Mehmet.’

‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışı ile başlıyordu mezar kitabesi. Bir şafak vakti namaza giderken evsizin biri tarafından kalbinden vurulmuş, düştüğü yerde iki yüz yıldır öylece kalakalmış bir adam gibi yatıyordu. Sağında solunda başkaları da vardı. Kimi yüz üstü, kimi baş aşağı, kimi paramparça olmuş bir halde…

Taşlarla değil de vurulmuş adamlarla karşılaşsaydım bunca acırdı yüreğim. Bunca kahrolur, bunca hırpalanırdım. Ben kendimi bilirim. Kitabeleri tek tek okuyacak olsam bunca yüz yıl sonra oturup onlar için ağlardım.

Belli ki Bayram oğlu Mehmet’in ‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışı kabul görmemişti Tanrı katında.

‘yaşarken kim bilir ne ettiydin Bayram oğlu Mehmet ki yerin böyle ayakaltı oldu. Bir suçu olmasa gömüldüğü yerden uzağa, bir havra kalıntısının yerine atarlar mıydı adamın taşını. ‘Beni kıl mağfiret ya Rabb-i Yezdan’ yakarışını benden başka kimsenin okuyamayacak olması gibi büyük bir cezaya çarptırılır mıydın? Kim bilir kime ne ettin, kimin bedduasını aldın yaşarken Bayram oğlu Mehmet. Yoksa buralara düşer miydi adın.’

. . .

Onun günahı bir yana dursun ama bizim günahımız beri gelsin. Beri gelsin kadir kıymet bilmezliğimiz, beri gelsin cahilliğimiz… Bu taş eğer ‘Bayram oğlu Mehmet’in mezar taşı değil de bir Kızılderili’nin totemi olsaydı şehrin en aziz köşesinde arz ı endam ederdi? Belki Silivri yalı mahallesinde torunları hala yaşayan bir Osmanlıya değil de bir işgalci Bulgar’a ait olsaydı baş tacı ederdik. İşte böylesine acıdır sahipsizlik, işte böylesine garip…

Hristos’un mezartaşının ayakaltı olmasının izahı var belki. Soyu sopu çekip gitmiş buralardan, evlerini, tarlalarını, mezartaşlarını bırakıp Yunanistan’a yerleşmişler. Kimsesiz kalmış Hristos. Hayırla yad edeni yok, hatırlayanı yok…

Ya Bayram oğlu Mehmet… Şehrin gerçek sahiplerinin oturduğu Yalı Mahallesinde kim bilir kimin dedesiydi. Kim bilir kimin akrabası… Çekip gitmedi onun çoluk çocuğu, onun kandaşları, dindaşları tükenmedi bu kasabada.

Bak… Rabb-i Yezdan yazıyor mezartaşında… Birbirimizi kendisine ısmarladığımız, yönelip dua ettiğimiz, inanıp önünde eğildiğimiz… Onun adı da Çantaköylü kimsesiz Hristos ile Yalılı Bayram oğlu Mehmet gibi yere düşmüş…

. . .

Oturup yazdım Hristos ve Bayram Oğlu Mehmed’le olan tanışıklığımın öyküsünü. Silivri gazetelerinde yayınlandı, haber sitelerine düştü. Bir belediye yetkilisi ‘en kısa zamanda ilgileneceğini’ bildirdi, sevindim.

Aradan uzun zaman geçince ‘Siz kaldırmıyorsanız mezartaşlarını, ben alıp mezarlığa götürüvereyim’ dedim. Aynı belediye yetkilisi ‘ Yanılmıyorsam hukukçusunuz, bunun suç teşkil ettiğini biliyor olmanız gerekir!’ dedi. ‘ E peki suçmuş madem, götürmeyeyim! ’ dedim.

Aradan dört sene geçti. Bayram oğlu Ali de, Rabbi Yezdan’ın ismi de Kale parkın girişinde yere serilmiş bir biçimde duruyor.

Böyle işte…

İki Mezartaşının Öyküsü
Başa dön